Türkiye ile İsrail arasındaki anlaşmanın nihayet neticelendiği basına yansımış. Böylece yaklaşık üç yıldır, Feridun Sinirlioğlu tarafından yürütüldüğü bilinen müzakereler sonunda somut bir sonuca bağlanıyor. Henüz anlaşmanın şartları hakkında resmi kanallardan bilgilendirilmiş değiliz. Konu hakkında elimizdeki tek kaynak İsrail’in önemli gazetelerinden Yediot Ahranot’un yaptığı çok muhtemel doğru olan haber.
Bilindiği gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan İsrail'le herhangi bir "normalleşme" için üç şart öne sürmekteydi. Bu şartların kısmen gerçekleştirilen ilki İsrail’in Türkiye’den özür dilemesiydi. Obama'nın “etkili” teşviğiyle İsrail Başbakanı Netanyahu dönemin Türkiye Başbakanı Erdoğan’ı arayarak "operasyonel hatalardan" dolayı özür diledi. Fakat dikkat etmek gerek: Bu özür operasyonun kendisinden dolayı değil, operasyon esnasında yapıldığı varsayılan hatalardan dolayı dilendi.
İkinci şart tazminattı. Tazminat hukuken haksız bir fiil sonucunda karşı tarafa verilen zararın giderilmesidir. Bir hediye ya da bir gönül alma ödemesi değildir. Dolayısıyla tazminatı kabul eden taraf fiilinin haksızlığını da kabul etmiş olmaktadır. Fakat İsrail için böyle olmadı. İsrail bunun yerine mağdurlara aktarılmak üzere bir vakfa 21 milyon dolar bağışta bulunacak.
Erdoğan’ın son şartı elbette en önemlisiydi. Türkiye; İsrail’le normalleşmek için son olarak Mavi Marmara'nın temel davası olan, Gazze'ye yönelik insanlık dışı ablukanın kaldırılmasını talep ediyordu. 2006 yılında HAMAS’ın seçim zaferinin ardından başlayan abluka kapsamında, İsrail’in hiçbir hukuki ilişkisi kalmadığını deklare ederek çekildiği Gazze’ye giriş ve çıkışlar tamamen İsrail’in denetiminde gerçekleştiriliyor. Kısacası Gazze’ye İsrail’in izin verdiği bazı kişi ve malzemelerin geçiş yapabilmesi ablukanın delinmesi anlamına gelmiyor. Aksine, abluka tam olarak bu izin mekanizmasında tecessüm ediyor.
İsrail, bilindiği gibi, zaten Gazze'ye yardımlara belirli bir ölçüde "izin veriyor". Elbette "silah yapımında kullanılabilecek" bazı malzemelerin geçişine izin verilmesi söz konusu değil. Ki bu "silah yapımında kullanılabilecek malzemeler" inanılmaz geniş bir skalayı kapsıyor ve inşaat malzemeleri dahil olmak üzere bir toplumun hayatını sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu temel bazı kalemleri de içinde barındırıyor. Diğer yandan İsrail’in Gazze'ye geçişine izin verdiği malzemeleri de bin bir nazla, uzun süre bekleterek, çok kez bozulmalarına sebebiyet vererek teslim ettiği ifade ediliyor.
Hatırlarsanız Mavi Marmara katliamının ardından Fethullah Gülen yaptığı bir açıklamada "yardımların otoriteden izin alarak gönderilmesi gerekir" gibi ifadeler kullanmış ve ablukayı meşrulaştıran bu sözler benim de aralarında bulunduğum bazı kesimlerde ciddi bir tepki uyandırmıştı. Nitekim İsrail de Mavi Marmara gemisinin dahil olduğu filo yola çıkmadan önce yardım malzemelerinin kendisinin denetiminde Gazze’ye ulaştırılmasını teklif etmişti. Yani “otoritesine” danışıldığı müddetçe İsrail dikkatle “denetlediği” yardımların Gazze’ye eriştirilmesine karşı çıkmıyor.
Dolayısıyla burada esas mesele, bir takım yardım malzemelerinin Gazze’ye ulaştırılması değil, Gazze’nin bu yardım malzemelerine ihtiyaç duymasına sebebiyet veren baskı ve yıldırma politikasının kendisidir. İsrail'in 2007 yılında geri çekilerek hukuken hiçbir bağının kalmadığını tüm dünyaya deklare ettiği 360 kilometrekarelik (Sakarya’nın Karasu ilçesi 457 kilometrekaredir) bir toprak parçasını abluka içerisinde tutmasıdır.
Ne yazık ki, Türkiye’nin yaptığı anlaşmanın ardından da bu esas sorun aynen duruyor. Yapılan anlaşmaya göre Türkiye yardımlarını -aynen İsrail’in zaten “izin verdiği” ve Mavi Marmara için teklif ettiği gibi- Aşdot limanı kanalıyla ve "otoriteden izin alarak" gerçekleştirebilecek. Buna karşılık Türkiye Gazze’ye su arıtma tesisi açılmasına katkı sunacak, bir hastane ve enerji santrali inşa edecek.
Bütün bu diplomatik ve siyasi hezimeti iki olgu çerçevesinde analiz etmekte fayda var. Bunların ilki kuşkusuz "normalleşme" kavramının muhtevasından yola çıkılarak anlaşılabilir. Benim için İsrail'le ilişkilerin "normalleşmesi” İsrail'le ilişkisizleşme, İsrail'i siyaseten ve askeri bakımdan etkisiz hale getirmenin mücadelesini vermektir. İsrail ile herhangi bir devletin normali, yani bu ilişkinin hak ettiği "norm" budur. Ama Türkiye Batı blokuna mensup bir devlet. Batı dünyasıyla kurduğu ekonomik, siyasi, idari, askeri bağlarının ve köklü ittifaklarının derinliği iki-üç yüzyıl önceye kadar gidiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti dediğimizde, NATO ittifakının önemli bir parçası olan bir devletten bahsediyoruz.
Dolayısıyla, Türkiye için İsrail’le yaşanan bir çekişme “normal”in dışına bir çıkış, bir anomali hali olarak tecessüm etmektedir. Bu yaşananlar belirli sebepler ve belirli amaçlardan kaynaklanan sınırlı bir sapmadan ibarettir. Gerçek bir karşı karşıya geliş, ontolojik ya da ideolojik bir çekişme değil, blok içi ve geçici bir rekabet ve kavgadır. Kuşkusuz bu gerçekliğin kendisi Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin yeniden tadilinin en önemli sebebi olarak anlaşılmalıdır. Türkiye’nin bütün tarihsel bağları ve Batı blokunun üyesi olması er ya da geç bu ilişkilerin “normalleşecek” olmasının en önemli sebebiydi. Bundan dolayı, bu köklü “normların” kendileriyle hesaplaşmadan İsrail ile yaşanan herhangi bir gerilimin belirli sınırların dışına çıkamayacağını, blok içi bir çekişme olarak kalacağını akılda tutmak gerekiyor.
Yaşananlar analiz edilirken kullanılacak ikinci dinamikse Erdoğan siyasetinin (artık Ak Parti demek de zor, çünkü esas belirleyen bizzat Erdoğan) içine düştüğü yalnızlık olsa gerek. Erdoğan’ı Kemalist oligarşiye karşı iktidara getiren tarihsel muhalefet blokunun tamamen dağıldığı, üstüne üstlük Erdoğan’ın karşısında yeni bir tarihsel blokun oluştuğu günlerden geçiyoruz. Bunun iç politikada Doğu Perinçek ve çizgisinin Erdoğan’ı açıktan desteklemesi gibi çok ilginç denklemlere sebebiyet verdiği açık.
Bu yalnızlaşma ne yazık ki uluslararası ilişkiler bağlamında da çok belirgin. Erdoğan artık hem ABD hem AB nezdinde kredi edilebilir bir lider değil. Rusya, Suriye, Mısır, Irak, Lübnan, Yemen gibi pek çok komşu ülkede de Türk dış politikası önemli sorunlarla karşı karşıya. İsrail’le ilişkilerin normalleşmesi tam olarak bu noktalarda önemli etkiler doğuracağa benziyor. Özellikle ABD ve AB bağlamında, İsrail’le ilişkili lobilerin “yaratabileceği harikalar” Erdoğan iktidarı tarafından da yakinen biliniyor. Ortadoğu’da da İsrail’le Türkiye’nin birlikte hareket ettiği bir denklemin sürece önemli “katkıları” olabilir. Bu durum Erdoğan’ı “Türkiye İsrail’e muhtaç” demeye itmiş gözüküyor.
Netice itibariyle henüz nihai imzaların atılmadığını ve parlamentolarca onaylanmadığını bilsek de bir anlaşmaya varılmış gibi gözüküyor. HAMAS liderlerinin Türkiye’deki faaliyetlerine belirli kısıtların konacağı ve Filistin halkının öz malı olan doğalgazın İsrail tarafından çıkarılarak Türkiye aracılığıyla Batı dünyasına pazarlanacağı bir aşamaya geçiş yapıyoruz. Bu aşama elbette hem Türkiye hem de Filistin halkı için çok ciddi olumsuzlar barındırıyor. Gelinen noktanın olumlu tek tarafıysa, yürütülen kapsamlı halkla ilişkiler çalışmaları sayesinde Türkiye-İsrail çekişmesine dair algıların altında ezilen gerçekliğin tüm azametiyle ve acılığıyla ifşa olması.
İSLAMİANALİZ