Suriye hükümetinin silahlı gruplar tarafından düşürülmesiyle birlikte, pek çok soru ve belirsizlik ortaya çıktı. Direniş Ekseninin düşmanları, yıllardır İran'ın Suriye'deki varlığı hakkında sürekli ve yoğun psikolojik ve medya operasyonları yürütüyorlardı ve bu yeni durumu, bu operasyonların bir aşamaya daha girmesi için bir fırsat olarak gördüler. Direniş Ekseni, İran'ın Suriye'deki varlığı, bu çöküşün nedenleri ve nasıl olduğu gibi konularda her türlü şüphe ve yalanı geniş çapta yaymaya başladılar.
İslam İnkılabı Rehberi İmam Hamenei, geçtiğimiz hafta Çarşamba günü, Suriye'deki olaylar hakkında önemli bir konuşma yaparak "gerçekleşen ve belki de gözlerden saklanmaya çalışılanları" açıkladı.
Bu doğrultuda, KHAMENEI.IR medya organı, Dr. Ali Ekber Ahmediyan ile yaptığı görüşmede, İran'ın Suriye'deki danışmanlık varlığının daha ayrıntılı bir incelemesini yaptı. Bu varlığın mantığı ve önkoşulları, İran'ın IŞİD sonrası Suriye'deki varlığının azaltılma nedenleri, IŞİD ve Suriye'deki silahlı gruplar arasındaki farklar, İran'ın bu silahlı gruplarla geçmiş yıllarda nasıl bir ilişki kurduğu ve onlara bakış açısı, İran'ın son Suriye olaylarına askeri yönden müdahale etmemesinin nedenleri ve son olarak bu olayların direniş eksenine ve ona verilen desteğe etkisi gibi konular bu detaylı görüşmede ele alınmıştır. Kudüs Günü sitesi olarak bu önemli röportajın tamamının tercümesini istifadenize sunuyoruz.
Soru: İslam Cumhuriyeti'nin bakış açısının ve dolayısıyla ülkenin güvenlik kurumlarının—tüm bu kurumların birleşim noktası olan Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Genel Sekreterliği'nin—"ulusal güvenlik" konusundaki teorik temeli nedir?
Dr. Ahmediyan: ‘Bizim görüşümüze göre, halk ulusal güvenliğin temel direğidir. İslam Devrimi halkla kazandı, halkla kuruldu ve halkla kaldı. "Ulusal güvenlik" meselesi etrafında ortaya çıkan tüm teoriler halkın gölgesi altında şekillenir. "Halk" dediğimde, tüm halkı kastediyorum; çünkü tüm halk devrim yaptı. Ülkedeki belirli bir grubun devrim yaptığını düşünmek doğru bir düşünce değildir. Evet, farklı alanlarda paylar farklı olmuştur; bir yerde biri daha fazla katkıda bulunmuş, başka bir yerde başka biri daha fazla katkı sağlamıştır, ancak tüm İran halkı devrim yaptı.
Bu bakış açısı, devrim liderinin teorik temelleri ve pratik duruşlarıyla da örtüşmektedir. İki üç yıl önce, İslam Cumhuriyeti'nin halk olmadan anlamı olmadığını ve halk olmadan hiçbir şey olmadığını ifade etmişti. (1) Bu devrim başından itibaren halkla hareket etme temeline dayanıyordu, gücünü halkın varlığında görüyordu ve halkın gücünü kendi gücü olarak kabul ediyordu. İmam Hamenei’nin ifadesiyle, "dinî demokrasi" demek, İslam'a göre, "halkın" toplumun ve işlerinin lideri olması demektir (2) ve devrim bu sesi dünyaya duyurdu. Dolayısıyla, İslam Devrimi nereye gitmişse, özelliği halkın öne çıkmasıdır, tek bir bireyin değil.
Suriye ile ilgili olarak yapılan tartışmalara gelince, mesele şu ki, biz Suriye hükümetini iktidara getirmedik; Esed ailesinin hükümeti bizden önce vardı ve güçlüydü. Siyonist rejimle uzlaşmazlık ve Amerika ve İsrail'e karşı direniş konusundaki büyük ortak paydalarından dolayı karşılıklı etkileşim ve destek sağladık.
İkinci önemli nokta ise, devrim liderinin "gerçekçi idealizm" teorisidir. Bu teori, yaygın olan "idealizm" ile "realizm" ikilemine karşı geliştirilmiş ve idealizmin gerçekçilik olmadan bir yanılsama, gerçekçiliğin ise idealizmsiz sıradanlık olduğunu vurgulamıştır. (3)
Son on yılda, bölgede terörist grupların artan gücüyle birlikte, İran İslam Cumhuriyeti, terörizmle mücadele etmek için resmi sınırlarının dışında doğrudan askeri veya danışmanlık operasyonları yapmaya başlamıştır. İran'ın askeri ve danışmanlık varlığı elbette özel bazı ilke ve kurallara tabidir. Bu kurallar nedir?
İran'ın her yerdeki varlığı, hatta bu varlık ideolojik bir kökene dayanmış olsa bile, belirli ilkelere dayanmaktadır. İstisnaen, bir yerde hata yapılmış olabilir, ancak temelde her zaman belirttiğim bu ilkelere dayanmaktadır:
Birinci ilke, ülkenin, halkın ve ulusal çıkarların yabancılara karşı kesin savunmasıdır. Bu ilkeye hiçbir zaman şüphe duyulmamıştır. Bu düşman, ister Amerika, ister İsrail, ister küçük bir ülke, isterse bir komşu olsun, bu ilke her zaman temel bir davranış kılavuzu olmuştur.
Bir diğer önemli ilke, hiçbir zaman bir saldırıyı başlatmamış olmaktır. Devrim Lideri, gerçekten bu ilkeye sadık kalmıştır. Çoğu zaman, başkaları bir durumu karar aşamasına getirmiştir, ancak liderlik seviyesine ulaştığında o karar, engellemiş ve zamanla diğer sorumlulara da bunu öğretmiştir.
Üçüncü ilke, diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmemektir. İslam Devrimi, ideolojik ve bazen evrenselci söylemleriyle birlikte, hiçbir ülkeye bu idealler nedeniyle ya da ulusal çıkarlar için müdahale etmemiştir — bu da gerçekçilik ilkesinin bir örneğidir — bunun üç istisnası vardır:
İlk olarak, orada resmi bir hükümetin resmi bir talebi olmalıdır. Hem Suriye’de hem de Irak’ta, biz bu iki ülkenin hükümetlerinin resmi davetini aldık. Örneğin, Şehit Süleymani'nin suikastı ve şehit edilmesi olayında, Irak Başbakanı, kendisinin Süleymani’yi davet ettiğini söylemişti. IŞİD fitnesine karşı mücadele ederken de, dönemin Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, bizden IŞİD’e karşı mücadele için talepte bulunmuştu. Bu nedenle, resmi bir davet mutlaka gerekli olmuştur.
İkinci olarak, halkla çatışmamaktır. Bize herhangi bir ülke, oraya gidip oradaki halkla çatışmamızı isterse, kesinlikle böyle bir şey yapmayız ve bu, dikkatle uyduğumuz bir ilkedir.
Üçüncü olarak, belirli bir fayda ya da ideal olmalıdır. Orada, ya kesin bir ulusal çıkarımız olmalı ya da kesin bir idealimiz, örneğin "mazlumları savunmak" gibi, bizim ideallerimizden biri olmalıdır. Eğer bir halk zulme uğruyorsa ve daha önce belirttiğim diğer iki şart da sağlanıyorsa, bizim müdahil olmamamız için bir neden yoktur, çünkü dini ve insani bir görevimiz ortaya çıkar. Elbette bazen mazlumları savunmak mümkün olmayabilir, bu durumda hiçbir şey yapamayız ve sadece dille tepki gösteririz; ancak bazen şartlar uygun olduğunda ve halk zulme uğradığında ve hükümeti de yardım istiyorsa, burada yardım etmemenin bir nedeni yoktur, tabii ki yardım prensibini gözeterek, yani o halkın kendi mücadelesine devam etmesi gerekir ve biz de onlara yardımcı oluruz.’
Soru: İran ile Suriye arasındaki askeri ve güvenlik ilişkileri son on yılla sınırlı değildir. Bu ilişkilerin felsefesi nedir ve İran’ın Suriye’deki varlığının nedeni ve ardından askeri varlığının azalmasının nedeni nedir?
Dr. Ahmediyan: ‘Suriye hükümeti, Hafız Esed zamanında, İslam Devrimi’ni samimiyetle destekledi ve savaş sırasında, Baas Partisi aynı zamanda Irak’ta da iktidar olmasına rağmen, yine de bize güçlü bir destek verdi. O zamandan itibaren resmi olarak ve sahada etkileşimlerimizi genişlettik. Suriye'nin İran’a yakın olmasının nedenlerinden biri de, Mısır ve Ürdün’ün siyonist rejimle uzlaşmasıydı. Suriye bu uzlaşmayı kabul etmedi ve bu nedenle bir yalnızlık ve tehlike hissi içindeydi.
Ancak diğer taraftan, Suriye’deki yönetim sistemi, bölgedeki diğer Arap yönetimleri gibi bir sistemdi. Esed ailesinin olumlu ve ayırt edici yönü, gerçekten de uluslararası, bölgesel, dostlar, tanıdıklar ve düşmanlardan gelen tüm baskılara karşı, siyonist rejime karşı direniş ve Filistin halkının haklarını savunma konusunda geri adım atmamış olmasıydı. Eğer birazcık geri adım atsaydılar, bu olaylarla karşılaşmazlardı ve bu nedenle yaşanan her şey, o direnişin bedeliydi. Ancak siyonizm karşıtı olan bir yönetimle birlikte, Suriye’deki mevcut sistemde halkla ilgili hoş olmayan bazı davranışlar da gözlemlenmişti ve bunlar, hükümet ile halkın bazı kesimleri arasında bir çatlak oluşturmuştu. Bazı halk kesimleri gerçekten hükümeti istiyordu, ancak bazı kesimler istemiyordu; kendi görüşleri ve karşıtlıkları vardı, ve bu durum İran İslam Cumhuriyeti’nin Suriye’deki varlığından kaynaklanmıyordu. Ayrıca Hafız Esed’in yönetimi ile İslam dünyasında bazı düşünsel akımlar arasında, özellikle Müslüman Kardeşler (İhvanul Müslimin) arasında çok eski bir çatışma vardı ve aralarındaki tartışmalar devam ediyordu. İran İslam Cumhuriyeti, ilk günden itibaren, Hafız Esed zamanında Suriye’de sürekli olarak sosyal barışın sağlanması yönünde çaba gösterdi. Bunun nedeni, halkın bir ülkenin kaderinde belirleyici olduğuna olan inancımızdır ve bu görüş, İslam Cumhuriyeti’nde her zaman var olmuştur.
Sonra orada üçüncü bir fenomen ortaya çıktı, o da IŞİD'in yükselmesiydi; IŞİD fitnesi. Biz, İran İslam Cumhuriyeti'nin IŞİD dönemiyle, önceki dönemi tamamen ayırmamız gerektiğini düşünüyoruz. Evet, biz IŞİD ile kararlı bir şekilde savaştık, tıpkı Suriye ve Irak'ta IŞİD ile savaştığımız gibi. Bugün de IŞİD, önceki özellikleriyle çevremizde varlık gösterip gelecekte bize saldırma potansiyeli taşıyorsa, elbette yine aynı yerde onları bastırırız; ancak bunu yukarıda belirttiğim şartlara dikkat ederek yaparız. Peki, IŞİD’in bizleri bu sonuca iten özellikleri nelerdi?
İlk olarak, IŞİD bir istihbarat servisinin ürünüydü. Biz bunun farkındaydık ve bunların nerelerde tutuklandığını, kimlerin onlarla çalıştığını, nereye götürüldüklerini, nasıl eğitildiklerini ve onlara çok makul bir imaj verildiğini biliyorduk. Başlangıçta, IŞİD kendisini meşru bir şekilde ve İslam Devrimcisi olarak tanıtmaya çalıştı. Bu nedenle, IŞİD'in kendine ait bir kimliği yoktu.
İkinci olarak, IŞİD’in hiçbir toprağı yoktu; yani çok önemli bir nokta, IŞİD’in hiçbir ülkeye ait olmamış olmasıydı; başka bir deyişle, bu gruptan birinin toprağı veya halkı yoktu. Onlarla savaştığımız her yer, onların toprağı değildi.
Üçüncü olarak, onlar her yeri kendi toprakları olarak kabul ediyorlardı; yani başkalarının topraklarını kendi malı olarak görüyorlardı ve diğer tüm İslam ülkeleri ve bölge ülkeleri de onların malıydı. Bu yüzden, tüm bölge ülkelerinin, İran da dahil, düşmanıydılar.
Dördüncü olarak, IŞİD, tüm İslam fırkalarına karşı tekfirci bir düşünceye sahipti. IŞİD’in temeli, sadece Şii'leri değil, kendileri dışında kalan tüm Müslümanları tekfir etmeye dayalıydı.
Beşinci olarak, kitlesel terörizm uyguluyorlardı. IŞİD, her ölçüte göre teröristti; yani temelde ana silahları terördü, tıpkı bugün olduğu gibi. O terörizm, siyasi veya askeri yetkililere yönelik değildi, halkı hedef alıyordu, halkın geneline karşıydı. Kirman’daki patlama olayını herkes hatırlıyor. IŞİD, bu operasyonların başarılı olduğunu açıklamıştı! Hala her gün aynı tür saldırıları yapmaya devam ediyorlar. Güvenlik birimlerimiz, ülkeye gönderdikleri farklı grupları sürekli yakalayıp tutukluyorlar ve gizli bir savaşı sürekli yürütüyoruz; bazen bu gruplardan yirmisini birden yakalıyoruz.
IŞİD ortaya çıktığında, artık duraksama yoktu. Elbette, bazı Suriye hükümeti karşıtı gruplar, böyle bir hareketin doğmasına bir şekilde yardımcı oldular ya da sonradan onlara katıldılar, bu yüzden onlarla da zorunlu olarak karşı karşıya geldik. Ancak bu süreçte biz , başından itibaren, IŞİD ile diğer muhalifler arasındaki farkı gözettik. (O muhalif grupları, IŞİD ile aynı kefeye koymadık.) Şükürler olsun, IŞİD, ardı ardına yapılan operasyonlarla hem Irak'ta hem de Suriye’de temizlendi; ancak diğer muhalifler —ki Halep, Şam, Doğu ve Batı Guta, Deraa ve güneydeki Suveyda gibi yerlerde bulunuyorlardı— , İran İslam Cumhuriyeti, hükümet ile bunlar arasında arabuluculuk yapmaya çalıştı. Tabii ki bir yerde bizlere saldıracak olsalar, kendimizi savunuyorduk. IŞİD'e karşı olduğumuz yerlerde, örneğin o dönemde Halep Havaalanı veya Halep-Şam otobanı gibi yerlerde savunma hattımız vardı, biri bize saldıracak olursa, mecburen savunma yapmak zorundaydık, hatta bazen onları biraz geri itiyorduk. Ancak amacımız, bunları IŞİD gibi kökünden yok etmek asla olmadı. Hatta kuşatma altındaydılar ve bulundukları bölgeden tahliye edilmeleri gerektiğinde, onların güvenliğini sağladık ve farklı noktalardan İdlib’e transfer edilmelerini sağladık. Halep’te bazı arkadaşlarımız, bu muhaliflerin ailelerini, Halep’in bazı bölgelerinde yaşayanları, İdlib’e taşımak için canlarını ortaya koydular. Sonrasında, tüm siyasi anlaşmalarda, biz bunların kendilerine ait bir yerleri olmasını ve orada yerleşebilmelerini destekledik, bu bölge bir gerilim azaltma bölgesi olsun ve kimse onlara müdahale etmesin.
IŞİD meselesinin sona ermesinin ardından, bölge Suriye ordusuna teslim edildi ve artık tam anlamıyla bizim bulunmamızın bir anlamı kalmadı. Tabii ki, Beşar Esad hükümeti, İran'ın varlığı nedeniyle ciddi baskılara maruz kaldı; hem Araplardan, hem İsrail'den, hem de Amerika'dan. İran'ın Suriye'yi işgal ettiği gibi iftiralar atılıyordu. Sonuç olarak, kuvvetlerimizin büyük kısmı oradan geri çekildi ve sadece direniş için ya da Suriye ordusuna veya hükümetine yardımcı olmak için gereken kısım kaldı.’
Soru: Bazı analizler, Suriye'nin kuzeybatısındaki çeşitli grupların, son saldırıdan önce hareketlendiğini belirtiyor. İran, bu hareketliliklerle ilgili Suriye'ye herhangi bir bilgi vermemiş miydi?
Dr. Ahmediyan: ‘Bu grupların her birinin farklı talepleri var. Türkiye, Suriye, İran, Şia ve İsrail'e karşı farklı görüşleri bulunuyor; bu yüzden farklı pozisyonları var. Bu açıdan, oldukça karışık bir yapıdalar, ancak birlikte hareket ederek böyle bir adım atmaya karar verdiler. Bu hareketlilik, Suriye hükümetine defalarca bildirildi; onlar da aslında kötü bir istihbarat kapasitesine sahip değillerdi, bunu biliyorlardı. Ancak burada iki nokta vardı. Birincisi, Suriye hükümeti ve ordusu, bunların büyük bir harekete geçebileceklerine inanmadı. İkincisi, kendi ordu ve güvenlik aygıtlarına güveniyorlardı; bu gruplar hareket etse bile, durumun biraz karmaşıklaşacağını düşünüyorlardı, ancak sonunda bunu engelleyeceklerini düşünüyorlardı; bu nedenle, bu tehdit Suriye hükümeti tarafından ciddi şekilde fark edilmedi. Tabii ki, Suriye ordusunun çöküş kapasitesinin bu kadar hızlı olacağını da düşünmemişlerdi!
Sonunda bu grupların operasyonu başladı ve yine Suriye ordusuna, buralarda durabileceklerini ve yollarını engelleyebileceklerini söyledik — çünkü biz, eğer bu gruplarla görüşme yapmak isteseler bile, en azından bir pozisyon belirlemeleri gerektiğini düşündük — ama Suriye ordusunun savaşma iradesi ve direnişe isteği yoktu; dolayısıyla, Suriye'nin bölgeleri birer birer düşmeye başladı ve nihayetinde Şam'a kadar geldi. Bu süre zarfında Beşar Esad ve askerleriyle görüşmeler yaptık, onlara tavsiyelerde bulunduk ve siyasi sürecin etkinleşmesi için çaba göstermeye de devam ettik. Irakçi'nin Türkiye'ye yaptığı ziyaret de bu amaçla yapılmıştı, Doha ziyareti de aynı şekildeydi ve bazı başarılar elde edildi. "Sekiz ülkenin bildirisi" bana göre iyi bir bildiri oldu ve nihayetinde bölgedeki beş Arap ülkesi de buna katıldı ve endişelerini dile getirdi, siyasi çözüm talep ettiler, ancak çöküşün hızı bu çabalara fırsat vermedi.’
Soru:Ülke içinde halk arasında büyük bir belirsizlik var, özellikle de İran'ın doğrudan müdahalesinin olmamasıyla ilgili. Bizim ülkemiz bu konuda, doğrudan müdahale etmeme konusunda bir sonuca mı vardı yoksa başka bir şey mi oldu?
Dr. Ahmediyan: ‘İran, asla Suriye ordusunun yerine savaşmaya karar vermemişti, hele ki bu hareket, İslam Cumhuriyeti için doğrudan bir tehdit oluşturmadığı sürece. Eğer hazır bir kuvvet olsaydı veya asker ve ekipman göndermeye yönelik bir fırsat olsaydı ve çöküş bu kadar hızlı gerçekleşmeseydi, tabii ki halk ve Suriye ordusu direndiği sürece biz de direnirdik; ayrıca, Suriye hükümeti son günlere kadar bizden böyle bir talepte bulunmamıştı.
Bir diğer önemli nokta ise şu: Biz, IŞİD devletinin sona ermesinin ardından, Suriye hükümetinin isteğiyle kuvvetlerimizi geri çekmiştik ve bölgede operasyonel bir varlığımız yoktu, bu yüzden katılıp katılmama kararını verme durumumuz yoktu. Hızlı bir takviye olma imkânı da yoktu, ancak Suriye ordusu direnirse böyle bir şey yapılabilirdi. Dolayısıyla, İran'ın bu konuda "bölgeyi terk etti" denilmesinin yanlış olduğunu düşünüyoruz, çünkü biz zaten orada değildik ki terk edelim.
Soru: Bazı karşıt medya organları, İran'ın Suriye'deki varlığının ve maliyetinin geçmişte faydasız olduğunu iddia etmeye çalışıyor. Siz bu iddia hakkında ne düşünüyorsunuz?
Dr. Ahmediyan: ‘Yaptığımız harcamalardan kesinlikle pişman değiliz. Bunu sadece propaganda amacıyla söylemiyorum; gerçekten pişman değiliz çünkü varlığımız ve harcamalarımız güvenliğimiz içindi ve beklenen kazanımlar elde edildi. Eğer IŞİD Suriye ve Irak'ta yenilmemiş olsaydı, bugün içerde IŞİD'le savaşıyor olacaktık ve buna çok daha fazla maliyetle katlanmamız gerekecekti. Sanırım, IŞİD devleti Irak ve Suriye'de kurulsaydı, bugün İran'ın sınırlarında ve Irak sınırının kenarında savaşmak zorunda olacağımızı kimse inkar edemez. Onlar kendileri de resmen, "Hedefimiz İran" diyordu! Bu hedef, yani IŞİD'in yok edilmesi, gerçekleşti ve bu büyük bir başarıydı. Bu, Amerikan planını tamamen boşa çıkardı ve yıllarca süren yatırımlarını heba etti. Arkadaşlar belki detayları bilmeyebilir. Onlar gerçekten bir ordu kurmuşlardı! Kendi ifadelerine göre, devrim karşısında devlet kurmayı, toplum oluşturmayı başarmışlardı ve işi bitirdiklerini düşünüyorlardı. Ancak İslam Cumhuriyeti'nin müdahalesiyle bu plan sona erdi ve bu tek başına, orada harcadığımız maliyetin karşılığıydı.
Bunun yanı sıra, nihayetinde Filistin ve Hizbullah’ı güçlendirmeyi başardık ve onları, artık bize bağımlı olmamaları için yeterince güçlendirdik. Bugün Hizbullah tamamen bağımsız ve kendi kendine yeten bir grup olmuştur. Gazze'de, örneğin, direnişin kendi tünellerinde roket ve füze üretimi yaptığını görüyoruz. Hizbullah, daha geniş bir alana sahip olduğu için bu konuda daha fazla güce ve donanıma sahip olmuştur. Hizbullah, siyasi ve kültürel güç kazanmış durumda. Bugün, tüm bu yıkımlara rağmen, Lübnan'da Hizbullah'a gösterilen ilgiye bakın! Savaş yüzünden büyük darbeler almış Lübnan halkı, hepsi Hizbullah bayrağı altında yuvalarına geri dönüyorlar. Bunlar, İslam İnkılabı’nın stratejik ve kültürel derinliğinin meyveleridir. Hizbullah, Lübnan’da böyle bir duruma gelmiştir. Kimse Hamas’ı, İslami Cihad’ı, Hizbullah'ı ya da Ensarullah'ı ortadan kaldıramaz. Bu gruplar halk ile özdeşleşmiştir. Bu halklar; kendilerini savunmak için gereken ekipmanları yapmak için bilgi ve teknolojiye sahip, olgunlaşmış ve donanımlı halklardır.’
Soru: Mevcut koşullar göz önüne alındığında, direnişi desteklemek daha zor hale geliyor gibi görünüyor; doğru mu?
Dr. Ahmediyan: ‘Evet, daha zor hale geliyor. Tabii ki birçok dönemde işimiz daha zor oldu, bazı dönemlerde ise daha kolay oldu; bu doğal bir şey, ilk günden bugüne hep böyle oldu. Ama ilk olarak şunu söylemek gerekir ki, bugün Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad, doğrudan ve fiziksel desteğimize pek de bağımlı değiller. Bakın! Biz hiç Gazze’de Hamas ile doğrudan bir bağlantı kurabildik mi? Hiçbir zaman kuramadık, her zaman İsrail’in engelleri ve onun müttefikleri durumu kontrol ediyordu. Şu anda bizim Yemen ile doğrudan kara bağlantımız var mı? Deniz yolu da ablukada. Ama Yemen halkı her gün bir şeyler yapıyor ve bin kilometre menzilli füzeler üretiyor! Bu gerçekten bir mucize. Biz bile uzun bir süre boyunca roket üreticisi olabilmek için çok zaman harcadık, ama Yemenliler kısa bir sürede bunu başardılar ki, bu da İslam İnkılabı’nın bereketlerinden ve başarılarından biridir. İslam İnkılabı, inanç temelli olarak gittiği her yerde, o ülkenin halkını geliştiriyor, onları olgunlaştırıyor ve onurlandırıyor; tıpkı Firavun gibi onları bağımlı ve zayıf yapmıyor. Firavun şöyle derdi: *فَاستَخَفَّ قَومَهُ فَاَطاعوه; (4) kavminin aklını çeldi ve ona itaat ettiler; bugün Amerika'nın uydu devletleriyle yaptığı da tam olarak budur. Fakat İslam İnkılabı, Hz. Musa ve diğer peygamberler gibi, başkalarını geliştiriyor (ülkelerin ve toplumların rüşdüne vesile oluyor). Suriye, bizden önce Sovyetler Birliği'yle kaç yıl birlikteydi? Uzun bir süre Sovyetlerle birlikteydi ve fakat hatta bir tank parçası üretme teknolojisini bile Suriye’ye vermemişlerdi! Fakat İslam İnkılabı ile kurulan ilişki sayesinde, Suriye füze üreticisi oldu. Sonuç olarak, direniş, hayatta kalabilmek için bize bağımlı değildir. Bununla birlikte, İran ile Direniş ve Hizbullah arasındaki ilişki asla kesilmeyecektir.
Bunlar düşmanın psikolojik operasyonlarıdır. Şeytanın işi korkutmak: "Şeytan size fakirlik vaad eder ve sizi kötülüklere sevk eder." (5) İsrail’in stratejisi, Müslümanları zayıflatma ve aşağılamak üzerine kuruludur. Maalesef içerde bazıları da bu düşmanın psikolojik operasyonlarına teslim oluyorlar. Yani, dikkat etmeden, sürekli olarak İsrail’in istediği şeyi yapıyorlar; yani zayıflık yaymak; bu da düşmanın stratejisinin gerçekleşmesine yardımcı oluyor.
Bazıları ise kötü niyetle, bazıları da özel hedeflerle sorular soruyorlar, mesela "Sadık Vaat 3 ne oldu, şimdi mi vuracaksınız, yoksa yarın mı vuracaksınız?" Sorun net; bu konuda askeri bir mantık var; ne zaman gerekirse vururuz, ne zaman düşman daha fazla acı çeker ve milli çıkarlarımıza hizmet ederse vururuz. Duygusal bir şekilde hareket edilemez ve edilmemelidir. Sadık Vaat 1 ile 2 arasında ilk darbenin zayıflıkları analiz edildi; düşmanın kapasitesi de değerlendirildi, bu yüzden ikinci sefer daha etkili oldu. Bunlar akıl, tedbir ve mantıkla, yani bahsedilen gerçekçilikle alakalıdır.
Düşmanın psikolojik savaş oyunlarından biri de şudur: "Eğer vurmazsanız, kesinlikle korkuyorsunuzdur!" Ardından, içimizden bazıları, dün şehadet meydanlarında olan, bugün de her gün şehit düşen, peş peşe şehit olan büyüklerimizi suçlamaya başlarlar; "Korkaklar" diye. Bu, talepkârlık değildir; bu, istemeden düşmanın psikolojik operasyonunun tuzağına düşmektir, çünkü sonucunda istenen şey gerçekleşir, yani zayıflık ve korku yaymak. Eğer biz korksaydık, diğerleri gibi İsrail ve Amerika'ya karşı durmaz, halkımızın ideallerini ve çıkarlarını onlara satardık. Her dönemde, koşullar farklıdır, durumlar değişir; bunları görmek ve ona göre karar vermek gerekir.
Bence, bugün psikolojik ve medya operasyonları sahasında, savunmada değil, taarruzda olmamız gerekiyor. Gerçekler gösteriyor ki, bugün bize bir saldırı olursa, hatta "nizama karşı" olduklarını iddia eden veya açıktan karşı duranlar bile, ülkelerini savunmak için sahaya çıkarlar.
İkincisi, stratejik açıdan kim başarısız oldu? Son dört yüz beş yüz gün içerisinde "Aksa Tufanın"dan sonra, siyonist rejimin durumu ne oldu? Dünya çapında resmen tanınan geçici siyonist rejim; bugün işgalci, soykırımcı ve apartheid rejimi olarak tanımlanıyor ve başbakanının tutuklanması talep edildi. Filistin halkı ise, bu toprakların asli sahipleri olarak ve işgale karşı bir özgürlük hareketi olarak tanındı. Küresel kamuoyu ve hatta birçok resmi kurum, Filistin’in Filistinlilere ait olduğunu ve İsrail’in yetmiş yıldır işgal yaptığı savını savunmak zorunda kaldı.
Gerçek şu ki, bugün İsrail çaresiz durumda, yaptığı tüm bu eylemlere rağmen güvenliği yok, meşruiyeti yok, içindeki ayrılıklar oldukça arttı ve ekonomik durumu çok kötü. Bazı Batılılar diyor ki, bu Gazze ve Lübnan’daki çocuklar, Yahya Sinvar veya Seyyid Hasan Nasrallah gibi olacaklar. Yani, genel hareket, Direniş Cephesi’nin ve İslam İnkılabı’nın zaferi yönündedir. İslam İnkılabı güç kazanmıştır. İsrail zayıflamıştır.’
Soru: Bu açıklamalarınıza göre, yani İran İslam Cumhuriyeti’nin İsrail rejimiyle mücadelesindeki ana dayanağı, yalnızca askeri mücadele değil, halkları ve İslam dünyasını güçlendirerek bu rejimle mücadele etmektir diyebilir miyiz?
Dr. Ahmediyan: ‘Evet, aynen öyle. Filistin halkı, kendini savunma gücüne sahip olmalı, kendisine yönelik saldırılara cevap verebilmelidir. İsrail, doğası ve yapısı gereği çöküş potansiyeline sahip bir devlettir. İsrail’in kalıcı olma potansiyeli yok, çünkü sahte bir devlettir. Son bir yılın olayları bu yolu çok iyi bir şekilde gösterdi. İsrail, tüm dünya halklarının gözünde çöküş yaşadı ve küresel düşünceler değişti. Bugün, İsrail’i reddetmeyen kimse yoktur, İsrail’in meşruiyetsizliğini ve Filistin’in haklılığını onaylamayan kimse yoktur. İsrail, sahte meşruiyetini ve kabulünü kaybetti, işgalcilik, soykırım ve apartheid gerçeği açığa çıktı. Genel hareket budur.
Dipnotlar:
-
İslam İnkılabı Rehberi’nin hicri şemsi 1398/10/18 tarihinde Kum halkı ile yaptığı görüşmeden alıntıdır.
-
İslami İnkılabı Rehberi’nin hicri şemsi1395/09/03 tarihinde Gönüllü Halk Güçleriyle yaptığı görüşmeden alıntıdır.
-
İslam İnkılabı Rehberi’nin hicri şemsi 1392/05/06 tarihinde öğrencilerle yaptığı görüşmeden alıntıdır.
-
Kuran-ı Kerim, Zuhruf Suresi, 54. Ayetin bir kısmı: "Sonra kavmini alçalttı ve onlara itaat ettirdi..."
-
Kuran-ı Kerim, Bakara Suresi, 268. Ayetin bir kısmı: "Şeytan sizi yoksullukla korkutur ve sizi çirkin işler yapmaya sevk eder..."