“Büyük İsrail”: Orta Doğu için Siyonist Plan – Kanlı “Oded Yinon Planı” Tam Metni

Bu plan, İsrail’in yayılmacı projesi kapsamında, komşu Arap ülkelerinin zayıflatılması ve sonunda parçalanmasını öngörmektedir.. Bazı Siyonistler ise daha fazlasını talep etmektedirler; Batıda Nil Nehri ile Doğuda Fırat Nehri arasında kalan ve Filistin, Lübnan, Batı Suriye ve Güney Türkiye’yi de kapsayan toprakları istemektedirler.. Büyük İsrail birçok ‘‘Uydu Devlet” ortaya çıkaracaktır. 

Görüntülenme: 2932 Tarih: 29 Mayıs 2017 11:17
“Büyük İsrail”: Orta Doğu için Siyonist Plan – Kanlı “Oded Yinon Planı” Tam Metni

Önsöz

Aşağıda sunulan ‘‘Büyük İsrail” devletinin oluşturulmasıyla ilgili doküman, Netanyahu hükümeti içindeki güçlü Siyonist hizipler ile Likud partisinin olduğu kadar, İsrail ordusu ve istihbarat teşkilatının da temel politikasıdır.

Son zamanlarda meydana gelen gelişmelerde Donald Trump, İsrail tarafından inşa edilen illegal yerleşim yerlerine olan desteğini ve işgal altındaki Batı Şeria’da, İsrail yerleşim birimlerinin yasa dışı olduğunu teyit eden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 2324 nolu kararına karşı çıktığını doğrulamıştır.

Siyonizm’in kurucu babası olan Theodore Herzl’e göre Yahudi Devletinin toprakları; Mısır Nehrinden Fırat Nehrine kadar uzanmaktadır. Rabbi Fischmann’a göre ise ‘‘Vadedilmiş Topraklar” Mısır Nehrinden Fırat Nehrine kadar uzanmakta ve bir kısım Suriye ve Lübnan topraklarını da içermektedir.

Mevcut bağlamda bakıldığında Irak savaşı, 2006 yılı Lübnan savaşı, 2011 yılı Libya savaşı, Suriye ve Irak’ta halen süren savaşlar, Yemen savaşı ve Mısır’daki rejim değişikliğinin nedenleri, Orta Doğu Siyonist Planıyla ilişkilendirilerek okunmalı ve anlaşılmalıdır.

Bu plan, İsrail’in yayılmacı projesi kapsamında, komşu Arap ülkelerinin zayıflatılması ve sonunda parçalanmasını öngörmektedir. Stephen Lendman’a göre ‘‘Büyük İsrail” Nil vadisinden Fırat Nehrine kadar olan topraklardan ibarettir. Yaklaşık bir asır kadar önce, Dünya Siyonist Organizasyonunun Yahudi Devleti için planladığı topraklar aşağıda sunulmuştur:

  • Eski Filistin toprakları,
  • Sayda ve Litani Nehrine kadar olan Güney Lübnan,
  • Suriye’nin Golan Tepeleri, Hauran Platosu ve Dera Kenti ile
  • Dera-Amman arasındaki Hicaz demiryolunun kontrolü, Ürdün ve Akabe Körfezidir.

Bazı Siyonistler ise daha fazlasını talep etmektedirler; Batıda Nil Nehri ile Doğuda Fırat Nehri arasında kalan ve Filistin, Lübnan, Batı Suriye ve Güney Türkiye’yi de kapsayan toprakları istemektedirler.

Siyonist proje, Yahudi yerleşim birimlerinin genişletilmesini desteklemektedir. Daha geniş anlamda, Filistinlileri, Filistin topraklarından sürerek sonunda, Batı Şeria ve Gazze’yi İsrail devletine katmayı öngörmektedir.

Büyük İsrail birçok ‘‘Uydu Devlet” ortaya çıkaracaktır. Lübnan, Ürdün, Suriye ve Sina Yarımadasının yanı sıra Irak ile Suudi Arabistan’ın topraklarının bir kısmını içine alacaktır.

Mahdi Darius Nazemroaya’nın 2011 yılında Global Research’de yayımlanan makalesine göre Yinon Planı İngiltere’nin Orta Doğu’yu sömürgeleştiren planının bir devamıdır:

Yinon Planı, İsrail’in bölgesel üstünlüğünü garanti altına almayı hedefleyen stratejik bir İsrail planıdır. Bu plan, İsrail’in, çevresindeki Arap devletlerini daha küçük ve daha zayıf devletlere bölerek, kendi jeopolitik ortamını yeniden şekillendirmesini dayatmakta ve şart koşmaktadır.

İsrailli strateji uzmanları, bir Arap devletinden gelebilecek en büyük stratejik tehdit olarak Irak devletini görmüşlerdir. Irak’ın Orta Doğu ve Arap Dünyasının Balkanlaştırılmasında merkez olarak seçilmesinin nedeni budur. İsrailli strateji uzmanları Irak’ta, Yinon Planının konseptleri esas alınarak ülkenin, bir Kürt devleti ile biri Şii Müslüman, diğeri Sünni Müslüman olan iki Arap devletine bölünmesini talep etmişlerdir. Bu amaca ulaşmak için atılan ilk adım, Yinon Planının bahsettiği Irak ile İran arasındaki savaş olmuştur.

2008 yılında ‘‘The Atlantic” dergisi, ABD ordusuna ait ‘‘Armed Forces Journal” dergisi de 2006 yılında Yinon Planındakilere çok benzeyen ve ortalıkta dolaşan haritalar yayınlamışlardır. Biden Planının da talep ettiği bölünmüş bir Irak’ın dışında Yinon Planı; Lübnan, Mısır ve Suriye’nin de bölünerek parçalanmalarını içermektedir. İran, Türkiye, Somali ve Pakistan’ın bölünmeleri de bu görüşler ile örtüşmektedir. Yinon Planı aynı zamanda, Kuzey Afrika’nın da dağılmasını talep etmekte ve bu çözülmenin Mısır’dan başlayarak Sudan, Libya ve bölgenin geri kalan kısımlarına yayılmasını öngörmektedir.

Büyük İsrail, mevcut Arap devletlerinin parçalanarak daha küçük devletlere dönüşmesini gerektirmektedir. Plan, iki ana temel üzerine oturtulmuştur. İsrail hayatta kalabilmek için 1) bölgesel bir imparatorluk olmak ve 2) bütün mevcut Arap devletlerinin dağılarak küçük devletlere dönüşmesi için bütün bölgenin bölünmesini etkilemelidir. Buradaki ‘‘Küçük” kelimesi her bir devletin etnik ve mezhepsel kompozisyonuna bağlı olacaktır. Sonuç olarak, Siyonist beklenti; mezhepsel ayrılıkları olan devletlerin, İsrail’in uydusu ve ironik bir şekilde ahlaki meşruiyetinin kaynağı olmalarıdır. Bu, ne yeni bir fikirdir, ne de Siyonist stratejik düşünce sisteminde ilk kez ortaya çıkmaktadır. Aslında, bütün Arap devletlerini daha küçük parçalara bölmek yıllardır sürekli yinelenen bir temadır.

Bu açıdan bakıldığında Suriye ve Irak savaşları, İsrail’in bölgesel yayılmacılığının bir parçasıdır.

Michel Chossudovsky, Global Research, 06 Eylül 2015, 28 Aralık 2016 tarihinde güncellenmiştir.

—————————————————————————————————————————————————

Orta Doğu için Siyonist Plan

İsrail – Theodore Herzl (1904) ve Rabbi Fischmann (1947)

Siyonizm’in kurucusu Theodore Herzl, yayımlanan günlüklerinde – Vol. II sayfa 711 – Yahudi Devletinin topraklarının “Mısır Nehrinden Fırat Nehrine” kadar uzandığını söylemektedir. 

Filistin Yahudi Ajansı üyesi Rabbi Fischmann, 9 Temmuz 1947 tarihinde Birleşmiş Milletler Özel Soruşturma Komitesine verdiği ifadede; “Vadedilmiş Topraklar Mısır Nehrinden Fırat Nehrine kadar uzanmakta, bir kısım Suriye ve Lübnan topraklarını da içermektedir” demektedir.

Oded Yinon

“1980‟li Yıllarda İsrail için Bir Strateji”

 

Yayımlayan

Arap-Amerikan Üniversitesi Mezunları Birliği

Association of Arab-American University Graduates (AAUG), Inc.

Belmont, Massachusetts, 1982

Özel Doküman No. 1 (ISBN 0-937694-56-8)

Yayıncının Notları

1

Arap-Amerikan Üniversitesi Mezunları Birliği, “Özel Dokümanlar” isimli yeni yayın serilerinin açılışını, Dünya Siyonist Organizasyonu Bilgi Departmanı dergisinde yayımlanan Oded Yinon’un Kivunim (Talimatlar) makalesi ile yapmayı oldukça ilgi çekici bulmaktadır. Oded Yinon, İsrailli bir gazetecidir ve eskiden İsrail Dışişleri Bakanlığında çalışmıştır. Bilgimize göre bu doküman, bugüne kadar Orta Doğudaki Siyonist stratejiyle ilgili yapılan en açık, detaylı ve kapsamlı açıklamadır. Ayrıca, halen iktidarda olan Begin, Sharon ve Eitan Siyonist rejiminin bütün Orta Doğu vizyonunu en doğru şekilde gösteren doküman olarak öne çıkmaktadır. Dokümanın önemi, bu nedenle sadece tarihsel değerinde değil, yarattığı acılar ve kâbuslardan da kaynaklanmaktadır.

2

Plan iki temel esas üzerine oturtulmuştur. Hayatta kalmak için İsrail:

1) bölgesel bir imparatorluk olmak ve

2) bütün mevcut Arap devletlerinin dağılarak küçük devletlere dönüşmesi için bütün bölgenin bölünmesini etkilemelidir.

Buradaki ‘‘Küçük” kelimesi her bir devletin etnik ve mezhepsel kompozisyonuna bağlı olacaktır. Sonuç olarak, Siyonist beklenti; mezhepsel ayrılıkları olan devletlerin İsrail‟in uydusu ve ironik bir şekilde ahlaki meşruiyetinin kaynağı olmalarıdır.

3

Bu, ne yeni bir fikirdir, ne de Siyonist stratejik düşünce sisteminde ilk kez ortaya çıkmaktadır. Aslında, bütün Arap devletlerini daha küçük parçalara bölmek yıllardır sürekli yinelenen bir temadır. Bu konu, çok mütevazı bir ölçekte, Arap-Amerikan Üniversitesi Mezunları Birliği yayınında, Livia Rokach tarafından yazılan “İsrail’in Kutsal Terörizmi” başlıklı makalede 1980 yılında yayımlanmıştır. Rokach’ın eski İsrail Başbakanı Moshe Sharett’in hatıralarına dayanan çalışma dokümanları, Lübnan’a uygulanan ve 1950’li yılların ortalarında hazırlanan Siyonist planı, ikna edici bir şekilde bütün ayrıntılarıyla ortaya koymaktadır.

4

İsrail’in 1978 yılındaki büyük Lübnan işgali en ince ayrıntılarına kadar bu plana dayanmaktadır. İsrail’in 6 Haziran 1982 tarihindeki ikinci ve çok daha barbar olan Lübnan işgali, bu planın, Lübnan’ın yanı sıra Suriye ve Ürdün’ü parçalamak ile ilgili bazı bölümlerini de uygulamaya koymayı hedeflemektedir. Bu işgal, İsrail’in Lübnan’da kuvvetli ve bağımsız bir merkezi yönetim yönünde yaptığı açıklamalara bakıldığında komiktir. İsrail aslında, kendisiyle bir barış antlaşması imzalayarak, bölgesel emperyalist tasarımlarını onaylayan merkezi bir Lübnan yönetimi istemektedir. İsrail bunun yanı sıra bölgesel emperyalist tasarımının Suriye, Irak, Ürdün ve diğer Arap hükümetleri ve Filistin halkı tarafından da kabul edilmesini talep etmektedir. İstedikleri ve planladıkları, bir Arap dünyasından ziyade İsrail hegemonyasına boyun eğmeye hazır parçalanmış Arap yönetimleridir. Bu nedenle Oded Yinon, ‘‘1980’li Yıllarda İsrail için Bir strateji” isimli deneme türü yazısında “İsrail’i çevreleyen çok fırtınalı ortam nedeniyle 1967 yılından beri ilk kez ortaya çıkan geniş kapsamlı fırsatlardan” bahsetmektedir.

5

Filistin halkını Filistin’den çıkarmayı hedefleyen Siyonist politika, çok aktif bir şekilde uygulanan bir politikadır, fakat 1947-1948 savaşı ve 1967 savaşı gibi çatışma zamanlarında, özellikle çok daha kuvvetli bir şekilde uygulanır. Bu yayına “İsrail’in Yeni Göç Planı” başlıklı bir ek, Siyonistlerin Filistinlileri topraklarından nasıl söküp attıklarını ve sunduğumuz ana Siyonist dokümanın yanı sıra, diğer Siyonist planların da Filistin’in Filistinlilerden temizlenmesini kapsadığını göstermek maksadıyla eklenmiştir.

6

Şubat 1982 tarihinde yayımlanan Kivunim dokümanında açıkça görülmektedir ki; Siyonist strateji uzmanlarının kafalarındaki geniş kapsamlı fırsatlar, dünyayı ikna etmek için çaba gösterdikleri ve Haziran 1982 işgali sonrasında ortaya çıktığını iddia ettikleri fırsatlarla tamamen aynıdır. Siyonist planların tek hedefinin sadece Filistinliler olmadığı da açıktır, fakat onların bir halk olarak geçerli ve bağımsız mevcudiyetleri, Siyonist devleti inkâr ettiğinden öncelikli hedefleridir. Her Arap devleti, özellikle de milliyetçi değerlere bağlı olanlar her hâlükârda, er veya geç, İsrail devletinin hedefi olacaktır.

7

Bu dokümanda ortaya koyulan açık ve kesin Siyonist stratejinin aksine Arap ve Filistin stratejileri ne yazık ki belirsizlikler ve tutarsızlıklarla doludur. Arap strateji uzmanlarının Siyonist planı bütün sonuçlarıyla anladıklarını ve tam olarak kavradıklarını gösteren bir işaret yoktur. Bunun yerine, planın yeni bir safhasının ortaya çıktığı bütün durumlarda, şüphe ile karşılamakta ve şaşkınlıkla tepki göstermektedirler. İsrail’in Beyrut’u işgali sonrasında, susturulmuş da olsa, Arapların tepkisi böyle olmuştur. Üzücü olan gerçek, Orta Doğu’da İsrail tarafından uygulanan Siyonist strateji ciddiye alınmadığı sürece, gelecekte meydana gelebilecek diğer Arap başkentlerinin kuşatılmasına karşı Arap tepkisi tamamen aynı olacaktır.

Khalil Nakhleh, 23 Temmuz 1982

—————————————————————————————————–

Önsöz

1

Aşağıdaki yazı benim düşünceme göre; iktidardaki Siyonist rejim (Sharon ve Eitan) tarafından uygulanmakta olan ve Orta Doğu’da, bütün bölgenin küçük devletlere bölünmesine ve mevcut bütün Arap devletlerinin yıkılmasına dayanan planın, doğru ve ayrıntılı bir açıklamasından ibarettir. Bu planın askeri açıdan değerlendirmesini, yazının sonundaki, sonuç değerlendirmemde yapacağım. Burada okuyucuların dikkatini birkaç önemli noktaya çekmek istiyorum:

2

1. Bütün Arap devletlerinin, İsrail tarafından küçük birimlere bölünerek parçalanması, İsrail stratejik düşünce sisteminde sürekli olarak görülen bir fikirdir.Örneğin, Ha’aretz dergisinin askeri muhabiri olan ve büyük bir olasılıkla İsrail’de bu alanda en bilgili kişi olan Ze’ev Schiff, İsrail’in çıkarları açısından Irak’ta meydana gelebilecek en iyi gelişmenin ‘‘Irak’ın Şii devleti ve Sünni devleti olarak ikiye bölünmesi ve Kürt bölgesinin ayrılması” olacağını yazmaktadır (Ha’aretz, 6 Şubat 1982). Aslında planın bu kısmı oldukça eskidir.

3

2. ABD’deki Neo-Conservative (Yeni Muhafazakâr) düşünce ile olan bağlantı, özellikle yazarın notlarında oldukça belirgindir. Fakat görünürdeki neden; Batının Sovyet gücünden korunması olarak lanse edilirken, yazarın ve mevcut İsrail oluşumunun asıl maksadı açıktır: İsrail İmparatorluğunu bir dünya gücü haline getirmek. Diğer bir ifadeyle,Sharon’un hedefi, herkesi kandırdıktan sonra Amerikalıları da aldatmaktır.

4

3. Notlar ve metinde yer alan, ABD’nin İsrail’e mali desteği gibi birçok verinin çoğunun çarptırıldığı veya hiç koyulmadığı aşikârdır. Metnin çoğu sadece fanteziden ibarettir. Fakat bu plan etkisiz ve kısa vadede gerçekleştirilemez bir plan olarak kesinlikle görülmemelidir.Plan, Almanya’da 1890-1933 yıllarında geçerli olan ve Hitler ile Nazi hareketi tarafından, Doğu Avrupa emellerini gerçekleştirmek üzere benimsenen jeopolitik düşünceleri harfi harfine takip etmektedir. Bu hedefler, özellikle mevcut devletlerin bölünmesi, 1939-1941 yıllarında uygulanmış ve sadece bir ittifak, küresel ölçekte belli bir süre için bu bölünmeleri engelleyebilmiştir.

5

Yazar tarafından kaleme alınan notlar metnin hemen sonuna eklenmiştir. Karışıklığı önlemek maksadıyla kendi notlarımı eklemedim fakat özetini bu önsöze ve sonuç değerlendirmelerime ekledim. Bununla beraber metnin bazı bölümlerinin de önemini vurguladım.

Israel Shahak, 13 Haziran 1982

——————————————————————————————

1980’li Yıllarda İsrail için Bir Strateji

Oded Yinon

Bu deneme yazısı ilk olarak, Hebrew lisanında, KIVUNIM (Talimatlar) başlığı ile yayımlanmıştır.

Yahudilik ve Siyonizm Dergisi Sayı No 14-Kış, 5742, Şubat 1982, Editör: Yoram Beck, Yazı İşleri Komitesi: Eli Eyal, Yoram Beck, Amnon Hadari, Yohanan Manor, Elieser Schweid. Dünya Siyonist Organizasyonu Tanıtım Departmanı tarafından yayımlanmıştır. Kudüs.

1

1980’li yılların başlarında İsrail devletinin coğrafi konumu, amaçları ve ulusal hedefleri nedeniyle, içte ve dışta yeni bir bakış açısına ihtiyacı vardı. Bu ihtiyaç; ülke, bölge ve dünyada sürmekte olan bazı merkezi süreçler nedeniyle de çok daha hayati önemi haiz bir duruma gelmişti. Günümüzde halen, insanlık tarihinin, geçmişe nazaran çok farklı ve özellikleri şimdiye kadar bildiğimizden tamamen değişik olan, yeniçağının erken safhalarını yaşamaktayız. Bu nedenle, bir taraftan tarihsel çağları simgeleyen merkezi süreçleri anlamaya ve diğer taraftan, yeni şartlarla uyumlu, yeni bir dünya görüşü ve operasyonel bir stratejiye ihtiyacımız bulunmaktadır. Yahudi devletinin varlığı, zenginliği ve dayanıklılığı iç ve dış ilişkileri için yeni bir çerçeve oluşturma kabiliyetine bağlı olacaktır.

2

Bu dönem, şimdiden tanımlayabileceğimiz ve mevcut hayat tarzımızda gerçek bir devrimi sembolize eden birkaç özellik ile karakterize edilmektedir. Baskın süreç, Rönesans’tan günümüze kadar, Batı medeniyetinde hayatı ve başarıları destekleyen temel taş niteliğindeki akılcı ve insancıl bakış açısının çökmesidir. Bu esastan yayılan politik, sosyal ve ekonomik bakış açıları günümüzde, bireyin evrenin merkezi olduğu ve her şeyin onun maddi ihtiyaçlarını gidermek için var olduğu örneğinde olduğu gibi, artık yok olmakta olan birkaç gerçeğe dayanmaktadırlar. Evrende insan gereksinimlerini, ekonomik ihtiyaçlarını veya demografik sınırlamalarını giderecek kaynakların kısıtlı olduğu gerçeği göz önüne alındığında bu yaklaşım ve düşünce tarzı artık anlamını yitirmiştir. Dört milyar insanın yaşadığı ve ekonomik ve enerji kaynaklarının insanlığın ihtiyacını karşılayacak oranda büyümediği bir dünyada, örnek vermek gerekirse; Batı Toplumlarının sınırsız tüketim için dilek ve öykünmelerini karşılaması gerçekçi değildir¹. Etik kurallarından ziyade maddi ihtiyaçların insanoğlunun davranışlarını yönlendirdiği görüşü, neredeyse bütün değerlerin kaybolmaya başladığı günümüz dünyasında giderek yaygınlaşmaktadır. En basit şeyleri dahi, özellikle de neyin iyi neyin kötü olduğu söz konusu olduğunda, değerlendirme kabiliyetimizi kaybediyoruz.

3

İnsanoğlunun sınırsız öykünme ve kabiliyetleri olduğu yönündeki vizyon, etrafımızdaki dünya düzeninin parçalanmasına da tanık olduğumuz bu anlarda, hayatın üzücü gerçekleri karşısında giderek azalmaktadır. İnsanoğluna serbestlik ve özgürlüğü vadeden görüş, insan ırkının dörtte üçünün totaliter rejimler altında yaşadığı gerçeği karşısında anlamını yitirmekte ve komik olmaktadır. Sosyalizm ve özellikle komünizmden alınan eşitlik ve sosyal adalet ile ilgili görüşler maskaraya dönmüş durumdadırlar. Bu iki fikrin gerçekliği tartışılmaz, fakat ikisi de düzgün bir şekilde pratik uygulamalara dönüştürülmemiş ve insanoğlunun çoğunluğu serbestlik, özgürlük ve eşitlik ile adalet fırsatını kaybetmiştir. Otuz yıldır göreceli olarak barışın sürdüğü bu nükleer dünyada, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) gibi bir süper gücün, Marksizm’in hedeflerine ulaşmak için nükleer bir savaşı olası ve gerekli gören, bu savaşın kazananı olmayacağını bildiği halde, nükleer savaş sonrası hayatta kalmaya devam edeceğini öngören askeri ve politik bir doktrini olduğu sürece barış ve bir arada yaşama konsepti bir hayalden öteye gidemeyecektir².

4

İnsan toplumu, özellikle de Batının temel kavramları, politik, askeri ve ekonomik dönüşümler nedeniyle değişime uğramaktadırlar. Nitekim SSCB’nin nükleer ve konvansiyonel gücü çağımızı, geçmişin savaşları ile karşılaştırıldığında, bir çocuk oyuncağı kadar kolay ve dünyanın geniş bir bölgesini tahrip edecek çok boyutlu küresel bir savaş öncesindeki son dönemece getirmiştir. Nükleer silahlar kadar konvansiyonel silahların da gücü, miktarı, hassas vuruş kabiliyet ve kaliteleri birkaç yıl içinde dünyamızın çoğunu altüst edecektir ve biz de kendimizi, İsrail’in başına geleceklerle ilgili olarak hazırlamak zorundayız. Bu nedenle varlığımız ve Batı dünyası için temel tehdit budur3. Dünyadaki kaynaklar için savaş, petroldeki Arap tekeli ve Batının ham madde ihtiyaçlarının çoğunu Üçüncü Dünya ülkelerinden ithal etme ihtiyacı, SSCB’nin temel hedeflerinden bir tanesinin, dünyadaki minerallerin çoğunun bulunduğu, Basra Körfezi ve Afrika’nın güney bölgelerindeki dev kaynakların kontrolünü ele geçirerek Batıyı yenmek olduğu göz önüne alındığında bildiğimiz dünyayı tamamen değiştirmektedir. Gelecekte yüzleşeceğimiz küresel çatışmanın boyutları tahmin edebiliriz.

5

Gorshkov doktrini, Sovyetlerin okyanusları ve Üçüncü Dünya ülkelerindeki mineral açısından zengin olan sahaların kontrolünü öngörmektedir. Gorshkov doktrini, Sovyetlerin, Batının askeri gücünü yenmek ve halklarını Marksizm ve Leninizm’in esirleri yapmak için bir nükleer savaşı yönetme, kazanma ve sonrasında hayatta kalmayı öngören mevcut Sovyet nükleer doktrini ile birlikte dünya barışı ve varlığımız için en büyük tehlikedir. 1967 yılından beri Sovyetler, savaşta bütün kaynakların kullanılması gerektiğini ifade eden Clausewitz’in aksine; ‘‘Savaş, politikanın nükleer kaynaklarla devamıdır” mottosunu bütün politikalarının temel öğesi haline getirmişlerdir. Şimdiden bölgemizde ve bütün dünyada hedeflerini gerçekleştirmek için çalışmakla meşguldürler ve onlara karşı koyma ihtiyacı, ülkemizin güvenlik politikası ve şüphesiz Özgür dünyanın geri kalanı için temel unsur haline gelmiştir. Ana dış tehdidimiz budur4.

6

Bu nedenle, Müslüman Arap dünyası, büyüyen askeri gücü nedeniyle İsrail’e karşı ana tehdit olması gerçeğine rağmen, 1980’li yıllarda karşılaşacağımız ana stratejik problem değildir. Etnik azınlıkları, hizipleri ve iç krizleriyle, Lübnan’da, Arap olmayan İran’da ve şimdi aynı zamanda Suriye’de gördüğümüz gibi, şaşırtıcı bir şekilde kendi kendisini yok eden Müslüman Arap dünyası, ana problemleriyle baş edebilecek kabiliyette değildir ve bu nedenlerle İsrail Devletine uzun vadede gerçek bir tehdit oluşturmamakta, sadece derhal kullanabileceği askeri güç bağlamında, kısa vadede bir tehlike arz etmektedir. Uzun vadede Müslüman Arap dünyası, etrafımızdaki alanlarda gerçek devrimsel değişiklikler yapmadan mevcut çerçevesinde var olmaya devam edemeyecektir. Müslüman Arap dünyası yabancılar (1920’li yıllarda Fransa ve İngiltere) tarafından, sakinlerinin fikirleri alınmadan geçici bir süre için inşa edilmiş kâğıttan bir ev gibidir. Gelişigüzel bir şekilde birbirlerine düşman olan azınlıklar ve etnik grupların bileşiminden oluşan 19 devlete bölünmüştür, bu nedenle bütün Müslüman Arap devleti günümüzde içeriden bir etnik sosyal tahribatla karşı karşıyadır ve bazılarında halen iç savaş sürmektedir5. Arapların çoğunluğu, 170 milyondan 118 milyonu, çoğunluğu Mısır’da (45 milyon) olmak üzere, Afrika’da yaşamaktadır.

7

Mısır hariç diğer Mağrip devletleri (Cezayir, Libya, Moritanya, Fas, Tunus ve Batı Sahra), Araplar ve Arap olmayan Berberi karışımından oluşmaktadır. Cezayir’de halen Kabile dağlarında iki ulus arasında bir iç savaş sürmektedir. Fas ve Cezayir, her iki ülkede de süren iç çatışmalara ilave olarak, İspanyol Sahrası için birbirleriyle savaş halindedirler. Militan İslam, Tunus’un bütünlüğünü tehlikeye sokmakta ve Kaddafi, Arap bakış açısına göre seyrek nüfuslu ve asla güçlü bir ulus olamayacak ülkesinden, yıkıcı savaşlar organize etmektedir. Kaddafi’nin geçmişte Mısır ve Suriye gibi daha gerçek devletlerle birleşme çabalarının nedeni budur. Müslüman Arap dünyasında en fazla parçalanan ülke konumunda olan ve Arap Müslüman Sünni azınlığın, çoğunluğu teşkil eden Arap olmayan Afrikalılar, putperestler ve Hristiyanları yönettiği Sudan, günümüzde birbirlerine düşman dört grup üzerine inşa edilmektedir. Mısır’da Sünni Müslüman çoğunluk yukarı Mısır taraflarında hâkim olan 7 milyon nüfuslu geniş bir Hristiyan azınlık ile karşı karşıyadır, bu nedenle Sedat dahi, 8 Mayıs günü yaptığı konuşmada Hristiyan azınlıkların, Mısır’da ikinci bir “Hristiyan Lübnan” gibi kendilerine ait bir devlet kurmayı talep etmelerinden korktuğunu dile getirmiştir.

8

İsrail’in doğusundaki bütün Arap Devletleri parçalanmış, bölünmüş ve Mağriptekilerden çok daha kötü iç çatışmalarla delik deşik olmuşlardır. Suriye’nin, esas olarak onu yöneten kuvvetli askeri rejim hariç Lübnan’dan hiçbir farkı yoktur. Fakat günümüzde, Sünni çoğunluk ile azınlıkta olmalarına rağmen iktidarda olan Şii Aleviler (nüfusun sadece % 12’si) arasında sürmekte olan iç savaş iç problemin ne kadar ciddi olduğunu kanıtlamaktadır.

9

Irak’ın da özünde komşularından hiçbir farkı yoktur, çoğunluğu Şii olmasına rağmen iktidardakiler Sünni’dirler. % 20 oranındaki elit kesimin iktidarı elinde tuttuğu ülkede nüfusun % 65’inin siyasette hiçbir söz hakkı bulunmamaktadır. Buna ilave olarak ülkenin kuzeyinde büyük bir Kürt azınlık bulunmaktadır ve iktidardaki rejimin gücü, ordu ve petrol gelirleri olmasaydı Irak devletinin geleceği de geçmişteki Lübnan ve günümüz Suriye’sinden hiç de farklı olmazdı. İç çatışma ve sivil savaşın tohumları özellikle, Irak’taki Şiilerin doğal liderleri olarak gördükleri Humeyni’nin İran’da iktidara gelmesi sonrasında günümüzde dahi mevcuttur.

10

Bütün Körfez prenslikleri, sadece petrolün olduğu kırılgan kumdan evler üzerine inşa edilmişlerdir. Kuveyt’te, Kuveytliler nüfusun sadece % 25’inden ibarettirler.Bahreyn’de Şiiler çoğunluktadırlar fakat iktidardan mahrum bırakılmışlardır. Birleşik Arap Emirliklerinde yine Şiiler çoğunluktadır fakat Sünniler iktidarı ellerinde bulundurmaktadır. Umman ve Yemen için de aynı durum geçerlidir. Marksist Güney Yemen’de dahi oldukça büyük bir Şii bir azınlık vardır. Suudi Arabistan’da nüfusun yarısı Mısırlılar ve Yemenlilerden oluşan yabancılardır, fakat Suudi azınlık iktidarı elinde tutmaktadır.

11

Ürdün aslında, Ürdünlü Bedevi azınlık tarafından yönetilen Filistinlilerden oluşmuştur, fakat ordunun çoğunluğu ve bürokrasi şimdi Filistinlilerin elindedir. Aslına bakılırsa Amman, Nablus kadar Filistinlidir. Bütün bu ülkeler, diğerleriyle karşılaştırıldıklarında güçlü ordulara sahiptirler. Fakat burada da bir problem bulunmaktadır. Günümüzde Suriye ordusunun çoğunluğu Sünni, subayları Alevi, Irak ordusu ise çoğunluğu Şii komutanları ise Sünni’dir. Bu durum, uzun vadede çok büyük bir öneme sahiptir ve bu nedenle, tek ortak payda olan İsrail düşmanlığı ile uzun süre bu orduların sadakatini muhafaza etmek mümkün olmayacaktır, hatta günümüzde dahi bu sadakat yetersizdir.

12

Arapların yanı sıra diğer Müslüman ülkeler de bütün bölünmüşlükleriyle aynı çıkmazı paylaşmaktadırlar. İran nüfusunun yarısı Farsça konuşan bir gruptan, diğer yarısı da etnik olarak Türk olan bir gruptan oluşmaktadır. Türkiye’nin nüfusu % 50 oranında Türk Sünni çoğunluk ve iki büyük azınlıktan oluşmaktadır, 12 milyon Şii Alevi ve 6 milyon Sünni Kürt. Afganistan’da, ülke nüfusunun üçte birini oluşturan ve bu ülkenin varlığını tehlikeye sokan 5 milyon Şii mevcuttur.

13

Fas’tan Hindistan’a ve Somali’den Türkiye’ye kadar uzanan bu milli etnik azınlık tablosu, istikrarın olmadığını ve bütün bölgedeki hızlı dejenerasyonu göstermektedir. Bu tablo ekonomik resme de eklendiğinde, bütün bölgenin nasıl, kendi ciddi problemlerine karşı koyamayan kâğıttan bir ev gibi, inşa edildiğini görmekteyiz.

14

Bu dev büyüklükteki parçalanmış dünyada çok az zengin gruplar ve fakir halktan oluşan muazzam bir kütle bulunmaktadır. Arapların çoğunun kişi başına yıllık ortalama geliri 300 dolardır. Mısır’da, Libya’da ve Irak hariç olmak üzere Mağrip ülkelerinin çoğunda durum bu şekildedir. Lübnan bölünmüştür ve ekonomisi paramparça bir durumdadır. Merkezi gücün olmadığı, fakat fiili olarak beş egemen otoritenin (kuzeyde Suriyeliler tarafından desteklenen Franjieh Klanı yönetimindeki Hristiyanlar, Doğuda direkt olarak Suriye istilası altındaki bölge, merkezde Falanjistler tarafından kontrol edilen Hristiyan yerleşim bölgesi, güneyde Litani nehrine kadar olan bölgede Filistin Kurtuluş Ordusu tarafından kontrol edilen çoğunlukla Filistinlilerden oluşan bölge, Binbaşı Haddad’a ait Hıristiyan bölgesi ve yarım milyon Şii) kontrolü  altındadır. Mısır çok daha kötü bir durumdadır ve gelecekte Libya ile birleşmesi sonrasında alacağı yardımlar dahi, varlığıyla ilgili temel problemlerini çözmesine ve büyük ordusunu muhafaza etmesine yetmeyecektir. Milyonlarca insan açlık sınırındadır, işgücünün yarısı işsizdir ve dünyada nüfus yoğunluğunu en fazla olduğu bu bölgede konut kıtlığı bulunmaktadır. Ordu hariç, etkin bir şekilde işleyen tek bir devlet kurumu dahi yoktur ve iflas halinde olan devlet tamamen, barış6 sonrasında sağlanmakta olan Amerikan dış yardımlarına bağımlıdır.

15

Körfez devletleri, Suudi Arabistan, Libya ve Mısır’da büyük miktarda para ve dünyadaki petrolün çoğunluğu bulunmaktadır fakat bu işin kaymağını yiyenler, hiç bir ordunun güvenliklerini garanti edemeyeceği7, geniş tabanlı bir destekten yoksun ve kendilerine güvenmeyen çok küçük bir azınlıktır. Suudi ordusu bütün donanımına rağmen rejimi içten ve dıştan gelecek gerçek tehlikelere karşı koruyabilecek kapasitede değildir, 1980 yılında Mekke’de yaşananlar buna güzel bir örnektir. Çok üzüntü veren ve fırtınalı bir durum İsrail’i çevrelemekte ve İsrail açısından yeni zorluklar, problemler ve riskler yaratmaktadır, fakat aynı zamanda, 1967 yılından beri ilk kez böylesine geniş kapsamlı fırsatlar da doğurmaktadır. O zamanlar kaçırılan fırsatların, 1980’li yıllarda büyük ölçüde ve bugün dahi hayal edemeyeceğimiz boyutlarda gerçekleştirilme şansı ortaya çıkmıştır.

16

‘‘Barış” politikası ve tamamen ABD’ye bağımlılık nedeniyle geri verilen topraklar, bizim için yaratılan yeni opsiyonun gerçekleştirilmesine engel olmaktadır. 1967 yılından beri bütün İsrail hükümetleri, ulusal hedeflerimizi bir taraftan sığ politik ihtiyaçlara, diğer taraftan da hem içeride hem de dışarıda kapasitelerimizi etkisiz hale getiren dâhili yıkıcı fikirlere indirgemişlerdir. Bize dayatılan savaş esnasında elde edilen yeni bölgelerdeki Arap nüfusla ilgili gerekli adımları atmamak, İsrail tarafından Altı Gün Savaşı’nın sabahında yapılan en büyük stratejik hatadır. Ürdün nehrinin batısında yaşayan Filistinlilere Ürdün’ü vermiş olsaydık, o günden beri yaşadığımız büyük ve tehlikeli çatışmalardan kendimizi kurtarmış olabilirdik. Bunu yaparak, şimdi karşı karşıya olduğumuz Filistin problemini ortadan kaldırabilir ve çözüm olduğunu sandığımız arazi ödünleri ve özerklik gibi bulduğumuz çözümlerin aslında aynı anlama geldiklerini ve kesinlikle çözüm olmadıklarını görürdük8. Bugün, aniden durumu tamamen değiştirmek için muazzam fırsatlarla karşı karşıyayız ve bunu önümüzdeki on yıl içerisinde yapmak zorundayız, aksi takdirde bir devlet olarak hayatta kalmamız mümkün olmayacaktır.

17

1980’li yıllar esnasında İsrail Devleti, yeniçağda ortaya çıkan küresel ve bölgesel zorluklara karşı koyabilmek maksadıyla, dış politikasındaki radikal değişikliklerle birlikte, içte politik ve ekonomik sisteminde de geniş kapsamlı değişiklikler yapmak zorunda kalacaktır. Süveyş Kanalı petrol yataklarının kaybedilmesi, Sina yarımadasında bulunan ve jeomorfolojik olarak bölgedeki petrol üreten zengin ülkelerinkine benzer muazzam potansiyeldeki petrol, doğal gaz ve diğer doğal kaynakların kaybedilmesi yakın gelecekte bir enerji kaybına neden olacak ve iç ekonomimizi tahrip edecektir. Hâlihazırda gayri safi milli hasılamızın dörtte biri ve bütçemizin üçte biri petrol alımı için kullanılmaktadır9. Negev ve kıyı şeridindeki ham madde aramaları yakın gelecekte bu durumu düzeltecek gibi görünmemektedir.

18

Sina yarımadasını mevcut ve potansiyel kaynaklarıyla beraber tekrar ele geçirmek bu nedenle politik bir önceliktir ve bu politik öncelik Camp David ve barış antlaşmaları tarafından engellenmiştir. Bunun suçu, toprak uzlaşması politikalarına yol veren mevcut İsrail hükümeti ve 1967 yılından günümüze kadar geçmişteki ‘‘Uyum” hükümetlerdir. Sina’yı geri aldıktan sonra Mısırlıların barış antlaşmasını sürdürmeye ihtiyaçları yoktur ve destek ve askeri yardım almak maksadıyla Arap dünyası ile SSCB’ye dönmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Amerikan yardımı, barış koşulları gereği kısa bir süre için garanti altına alınmıştır ve ABD’nin içte ve dışarıda zayıflaması yardımlarda bir azalmaya neden olacaktır. Petrol ve petrolden elde edilen gelirler olmaksızın, mevcut büyük harcamalarla 1982 yılını tamamlamamız mümkün görünmemektedir ve durumu Sedat’ın ziyareti öncesinde Sina’da mevcut olan ve Mart 1979 tarihinde imzalanan hatalı barış antlaşması öncesindeki statüye döndürmek için harekete geçmemiz gerekecektir10.

19

İsrail’in bu hedefi gerçekleştirmek için biri direkt, diğeri dolaylı olmak üzere iki ana yolu bulunmaktadır. Direkt yöntem, İsrail’deki sistem ve hükümetin doğasının yanı sıra 1973 yılı savaşının hemen sonrasında, iktidara geldiği tarihten itibaren en büyük başarısını göstererek Sina’dan çekilmemizi sağlayan Sedat’ın zekâsı dikkate alındığında çok daha az gerçekçidir. İsrail, ekonomik ve politik olarak çok baskı altında kalmadığı sürece ve Mısır İsrail’e kısa tarihimizde Sina’yı dördüncü kez ele geçirme fırsatını sunmadığı sürece, ne günümüzde ne de 1982 yılında tek taraflı olarak antlaşmayı ihlal etmeyecektir. Bu nedenle geriye kalan dolaylı opsiyondur. Mısır’daki ekonomik durum, rejimin doğası ve Mısır’ın kaynayan demografik durumudur. Arap politikası, Nisan 1982 sonrasında, stratejik, ekonomik ve enerji kaynağı olan Sina’nın kontrolünü uzun vadeli bir şekilde yeniden ele geçirmek üzere, İsrail’i direkt veya dolaylı olarak Harekete geçmeye zorlayacak bir fırsat sağlayacaktır. Mısır, iç çatışmalar nedeniyle askeri açıdan stratejik bir problem teşkil etmemektedir ve gerektiğinde 1967 savaşı sonrasındaki duruma bir günden daha az bir sürede döndürülebilir¹¹.

20

Mısır’ın, Arap Dünyasının lideri olduğu yönündeki efsane geçmişte 1956 yılında yıkılmıştır ve 1967 yılında kesin olarak yok olmuştur, fakat bizim Sina’yı geri veren politikamız efsanenin yeniden canlanmasına neden olmuştur. Oysa gerçekte Mısır’ın gücü sadece İsrail ve Arap Dünyasının geri kalanı ile karşılaştırıldığında 1967 yılından bu güne % 50 oranında azalmıştır. Mısır artık Arap Dünyasında önde giden bir politik güç değildir ve ekonomik olarak bir krizin eşiğindedir. Dış yardım olmadığında kriz her an kapıdadır¹². Kısa vadede Sina’nın geri verilmesi nedeniyle Mısır sadece kısa bir süre için 1982 yılına kadar, bizim aleyhimize olarak bazı avantajlar kazanacaktır ve bu güç dengesini Mısır lehine değiştirmeyecek, büyük bir olasılıkla onun çöküşüne neden olacaktır. Mevcut politik tablosu ile Mısır şimdiden bir ölüdür, bir de büyüyen Müslüman-Hristiyan çatışması da dikkate alındığında Mısır tam bir ölüdür. Mısır’ı birbirinden uzak coğrafi bölgelere bölmek İsrail’in Batı cephesinde 1980’li yıllardaki politik hedefidir.

21

Mısır birçok otorite odaklarına bölünmüş ve parçalanmış durumdadır. Eğer Mısır yıkılır ise Libya, Sudan veya daha uzakta olan devletler dahi mevcut formlarında kalmaya devam edemeyecek ve Mısır gibi çökecek ve çözüleceklerdir. Mısır’ın üst bölgelerinde Hristiyan Kıpti Devletiyle birlikte yerel güce sahip ve günümüze kadar merkezi bir hükümete sahip olamamış birkaç zayıf devletin kurulması, barış antlaşmasıyla sekteye uğrayan tarihi bir gelişmenin anahtarıdır ve uzun vadede kaçınılmaz bir sonuçtur13.

22

Batı cephesi görünüşte daha problemli olmasına rağmen aslında, son zamanlarda birçok olayın gazete başlıklarında yer aldığı Doğu cephesinden çok daha az karmaşıktır. Lübnan’ın beş eyalete tamamen bölünmesi, Mısır, Suriye, Irak ve Arap yarımadası dâhil bütün Arap Dünyası için bir emsal teşkil etmektedir ve olaylar da bu yönde gelişmektedir. Suriye ve Irak’ın parçalanması ve gelecekte, Lübnan’da olduğu gibi etnik ve dini alanlara bölünmesi İsrail’in uzun vadede Doğu cephesindeki esas hedefiyken bu devletlerin askeri güçlerinin parçalanması kısa vadedeki hedefidir. Suriye, etnik ve dini yapısına uygun olarak darmadağın olacak, günümüz Lübnan’ında olduğu gibi birkaç devlete bölünecektir. Yani, kıyı kesimi boyunca Şii Alevi bir devlet, Halep’te Sünni bir devlet ve Şam’da, kuzey komşusuna düşman diğer bir Sünni devlet kurulacak, Dürziler bir devlet kuracak, belki de bizim Golan Tepelerinde ve kesinlikle Hauran ve kuzey Ürdün’de olmak üzere paramparça olacaktır. Bu koşullar uzun vadede bölgede barış ve güvenliğin garantisi olacaktır ve bu hedef şimdiden menzilimiz içerisinde yer almaktadır14.

23

Irak bir taraftan petrol açısından zengin, diğer taraftan da içeride parçalanmış ve gelecekte İsrail’in hedefi olması garanti olan bir devlettir. Parçalanması Suriye’nin parçalanmasından çok daha önemlidir. Irak Suriye’den daha güçlü bir devlettir. Kısa dönemde İsrail’e en büyük tehdidi oluşturan Irak’ın askeri gücüdür. Bir Irak-İran savaşı, bize karşı geniş cepheli bir savaş organize etmeden çok daha önce Irak’ı içeride paramparça edecektir. Araplar arasındaki her çeşit çatışma bize kısa vadede yardım edecek ve Irak’ın Suriye ve Lübnan’daki gibi mezheplere bölünmesi  yönündeki çok daha önemli olan hedefe ulaşmayı kısaltacaktır. Irak’ın, Osmanlı İmparatorluğu zamanında Suriye’de olduğu gibi, etnik ve mezhepsel eyaletlere bölünmesi mümkündür. Bu nedenle, Basra, Bağdat ve Musul kentleri etrafında üç (veya daha fazla) devlet olacak ve Şii bölgeleri kuzeydeki Sünni ve Kürt bölgelerinden ayrılacaktır. Sürmekte olan İran-Irak savaşının bu kutuplaştırmayı derinleştirmesi mümkündür15.

24

Bütün Arap yarımadası iç ve dış baskılar nedeniyle çözülmenin doğal bir adayıdır ve bu özellikle Suudi Arabistan için kaçınılmaz bir gelecektir. Petrol gelirlerine dayalı ekonomik gücünü muhafaza etmesi veya uzun vadede bu gelirlerin azalmasından bağımsız olarak ne olursa olsun mevcut politik yapı ışığında dâhili bölünme ve kırılmalar açık ve doğal bir gelişme olacaktır16.

25

Ürdün, uzun vadede değil, kısa vadede derhal ele alınması gereken stratejik bir hedeftir, bunun nedeni, uzun vadede parçalanması sonrasında, kısa vadede ise Kral Hüseyin’in uzun süren iktidarının sona ermesi ve gücün Filistinlilere devredilmesi sonrasında gerçek bir tehdit oluşturmamasıdır.

26

Ürdün’ün mevcut yapısını muhafaza ederek uzun süre var olma şansı yoktur ve İsrail’in politikası, hem savaşta hem de barışta mevcut rejim altında Ürdün’ün tasfiyesine ve gücün Filistinli çoğunluğa aktarılmasına yönlendirilmelidir. Nehrin doğusundaki rejimin değişmesi aynı zamanda Ürdün’ün doğusundaki yoğun Arap nüfustan kaynaklanan problemlerin sona ermesini de sağlayacaktır. Savaş esnasında veya barış şartlarında, bölgeden göç ve onları ekonomik demografik açıdan kıpırdayamaz hale getirmek, nehrin her iki yakasında meydana gelecek değişimlerin garantisidir ve biz bu süreci en yakın gelecekte hızlandırmak maksadıyla aktif olmak zorundayız.Özerklik planı da, FKO ve İsrailli Araplar ile Eylül 1980 Shefa’amr planı göz önüne alındığında, herhangi bir uzlaşma veya toprakların bölünmesi açılarından ret edilmelidir, Arapları Ürdün’de ve Yahudileri nehrin batısında olacak şekilde iki ulusu ayırmadan mevcut şartlarda bu ilkede yaşamaya devam etmek mümkün değildir. Bu topraklarda gerçek birliktelik ve barış, sadece Arapların Ürdün ve deniz arasında Yahudi idaresi olmadan ne yaşama şansları ne de güvenliklerinin olmayacağını anlamaları sonrası hüküm sürecektir. Kendilerine ait bir ulus ve güvenlik sadece Ürdün’de olacaktır17.

27

İsrail içinde, 1967 toprakları ve ötesindeki bölgeler ile 1948 yılı arasındakiler ile ilgili ayırım Araplar açısından her zaman anlamsız olmuş ve günümüzde bizim için de artık bir önemi kalmamıştır. Problem, 1967 yılı itibariyle bir ayırım yapmadan bir bütün içerisinde ele alınmalıdır. Gelecekte herhangi bir politik durum veya askeri açıdan bir araya gelme durumunda, yerli Araplar probleminin çözümünün sadece, güvenli ve Ürdün nehrine kadar uzanan sınırları içerisinde İsrail’in varlığını tanımalarına bağlı olacağı açık ve net olmalı ve bunun da ötesinde, bu zor ve yakında gireceğimiz nükleer çağda, bunun bir yaşamsal ihtiyacımız olduğudur. Nükleer çağda, nüfusunun dörtte üçü kıyı hattında yoğunlaşmış bir Yahudi toplumunun hayatta kalması mümkün değildir.

28

Nüfusun dağıtılması bu nedenle stratejik önemi olan ve birinci öncelikle ele alınması gereken bir hedeftir, aksi takdirde, hangi sınırlar içerisinde olursak olalım yok olacağız.Judea, Samaria ve Galilee ulusal varlığımız için bizim tek garantilerimizdir ve eğer dağlık bölgelerde çoğunluğu sağlayamaz isek bu ülkede hüküm sürmemiz imkânsız hale gelecek ve bizler, kendilerine ait olmayan bu ülkeyi kaybeden ve başladıklarında buranın yabancıları olan Haçlılar gibi olacağız. Ülkeyi demografik, stratejik ve ekonomik açılardan yeniden dengelemek günümüzde en yüksek ve merkezi hedefimizdir. Beersheba’dan Yukarı Galilee’ye uzanan dağlık su havzasını ele geçirmek, günümüzde Yahudi nüfusun olmadığı dağlık kesimlere yerleşme önemli stratejik düşüncesinden kaynaklanan ulusal bir hedeftir18.

29

Doğu cephemizdeki hedeflerimizi gerçekleştirmek öncelikle içteki bu stratejik hedefimizi gerçekleştirmemize bağlıdır. Politik ve ekonomik yapının, bu hedefleri gerçekleştirebilecek şekilde dönüşümü tam bir değişim için kilit noktadır. Hükümetin yoğun olarak içinde olduğu merkezi ekonomiden açık ve serbest bir ekonomiye geçmeli ve bunun yanı sıra, gelişmek için, ABD vergi mükelleflerinin vergilerine dayanma politikamızdan vaz geçerek kendi ellerimizle gelişeceğimiz gerçek bir üretken ekonomik altyapı tesis etmek zorundayız. Eğer bu değişimi kendi özgür idaremizle ve gönüllü olarak gerçekleştirmez isek dünyadaki özellikle ekonomi, enerji ve politik alanlardaki gelişmeler ile giderek artan kendi izolasyonumuz, önünde sonunda bizi buna zorlayacaktır19.

30 

Askeri ve stratejik bakış açılarından, ABD tarafından öncülük edilen Batı, SSCB tarafından dünyanın her tarafında yaratılan küresel baskılara karşı koyabilecek kapasitede değildir ve İsrail bu nedenle 1980’li yıllarda herhangi bir askeri veya ekonomik dış yardım olmadan tek başına ayakta kalabilmelidir, günümüzde, hiç bir ödün vermeden bunu yapabilecek bir kapasitedeyiz20. Dünyadaki hızlı gelişmeler bunun yanı sıra, İsrail’in sadece son çare değil fakat aynı zamanda tek yaşamsal opsiyon olarak kalacağı bütün dünya Yahudilerinin de durumlarını değiştirecektir. ABD’li Yahudiler ile Avrupa ve Latin Amerika toplumlarının mevcut biçimleriyle gelecekte de yaşamaya devam edebileceklerini varsayamayız21.

31

Bu ülkedeki varlığımız kesindir ve bizi buradan kuvvet yoluyla veya hileyle (Sedat’ın yöntemi) atabilecek bir güç bulunmamaktadır. Hatalı “barış” politikası, İsrailli Araplar problemi ve toprak sorunlarının zorluklarına rağmen bu problemleri çok yakın bir gelecekte etkin bir şekilde halledebiliriz.

Sonuç

1

Orta Doğu için bu Siyonist planın gerçekleştirilmesindeki önemli olasılıkları ve bunun yanı sıra neden yayınlandığını anlayabilmek için üç önemli nokta açıklığa kavuşturulmalıdır.

2

Askeri Arka Plan

Bu planın askeri gerekliliklerinden yukarıda bahsedilmemiş, fakat birçok vesileyle kapalı toplantılarda İsrail Teşkilatının üyelerine aşağı yukarı açıklanmıştır, bu doğrulanmıştır.İsrail askeri güçlerinin, bütün branşlarında, yukarıda bahsedilen bu kadar geniş bölgeleri işgal etmek için yetersiz olduğu kabul edilmektedir. Gerçekten de, Batı Şeria’da Filistin probleminin en yoğun olduğu zamanlarda dahi İsrail Ordusu çok fazla yayılmıştır. Bu sorunu çözmede yöntem ‘‘Haddad kuvvetleri” ya da mahalli liderlerin emir komutasında görev yapan, halktan tamamen ayrılmış, feodal ve parti bağlantıları dahi olmayan (Falanjistler’de olduğu gibi) ‘‘Köy Birlikleri” kullanılmasıdır.Yinon tarafından önerilen çözüm ‘‘Haddadland” ve ‘‘Köy Birlikleri” oluşturulmasıdır, bunların silahlı güçleri de hiç şüphesiz oldukça küçük olacaktır. İlave olarak, İsrail askeri üstünlüğü böyle bir durumda şimdi olduğundan çok daha büyük olacaktır ve herhangi bir isyan hareketi, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde yapıldığı gibi kitlesel bir aşağılama ile veya kentlerin halen (Temmuz 1982) Lübnan’da uygulandığı gibi bombalanması ve haritadan silinmesi suretiyle veya her iki yöntemin kullanılmasıyla cezalandırılacaktır. Bunu sağlamak maksadıyla plan sözlü olarak açıklandığı şekilde, mini devletçikler arasında, gerekli mobil tahrip edici kuvvetlerden müteşekkil mahalli İsrail garnizonlarının oluşturulmasını gerektirmektedir. Aslında buna benzer bir şeyi Haddadland uygulamasında gördük ve nerdeyse çok yakın bir gelecekte bu sistemin çalıştığının ilk örneğini ya Güney Lübnan’da ya da Lübnan’ın tamamında göreceğiz.

3

Yukarıda belirtilen askeri varsayımların ve bütün planın Arapların, şimdi olduklarından çok daha fazla bölünmeye devam etmelerine ve aralarında gerçek bir kitlesel hareketin olmamasına dayandığı da aşikârdır. Planın bu iki duruma olan bağımlılığı ancak şimdi görülemeyen sonuçları ile çok daha geliştirilmesiyle ortadan kalkacaktır.

4

Bu plan İsrail’de neden yayımlanmalı?

Bu planın yayınlanmasının nedeni İsrail-Yahudi toplumunun iki taraflı tabiatıdır: Genişleme ve ırkçı ayrımla birleştiğinde özellikle Yahudiler için çok büyük bir özgürlük ve demokrasi önlemidir. Böyle bir durumda, İsrail-Yahudi elitleri (TV ve Begin’in konuşmalarını izleyenler) ikna edilmek zorundadırlar. İkna sürecinde ilk adımlar, yukarıda gösterildiği gibi sözlü ifadelerdir, fakat sadece sözlü ikna yönteminin yeterli olmadığı zamanlar gelecektir. Genellikle dikkate değer bir şekilde aptal olan örneğin, orta rütbeli subaylar gibi ‘‘iknacılar” ve ‘açıklayıcılar” için yazılı dokümanlar hazırlanmak zorundadır. Ancak o zaman bunlar, az da olsa öğrenebilir ve başkalarına telkinde bulunabilirler. İsrail ve hatta 1920’li yıllarda Yishuv’lar bu şekilde hareket etmişlerdir. Bizzat ben (muhalif olmadan önce) savaşın gerekliliğinin bana ve diğerlerine 1956 savaşından bir yıl öncesinde ve elimize fırsat geçtiğinde, Batı Filistin’in geri kalanının işgal edilme gerekliliğinin 1965-1967 yılları arasında nasıl açıklandığını hatırlıyorum.

5

Bu tür planların yayımlanmasında neden dıştan gelen hiçbir özel riskin olmadığı kabul edilmektedir?

İsrail’deki ana muhalefet çok zayıf (Lübnan savaşının sonuçlarına göre durum değişebilir) olduğu sürece bu tür riskler Filistinliler dâhil Arap Dünyası ve ABD olmak üzere iki kaynaktan gelebilir. Arap Dünyası bugüne kadar, İsrail-Yahudi toplumu hakkında detaylı ve mantıklı bir analiz yapabilme kabiliyetinde olmadığını açık bir şekilde göstermiştir ve Filistinliler, ortalama olarak, bu konuda diğerlerinden hiç de iyi bir durumda değildirler. Böyle bir durumda, İsrail’in yayılmacı politikası (ki gerçekten doğru) hakkında sesini yükseltenler dahi, bunu gerçek ve ayrıntılı bilgilere dayanmaktan ziyade efsanelere inandıkları için yapmaktadırlar. Buna çok güzel bir örnek Knesset duvarında Nil ve Fırat hakkındaki olmayan İncil ayetine olan kalıcı inançtır. Diğer bir örnek de, bazı en önemli Arap liderler tarafından öne sürülen, İsrail bayrağındaki iki mavi şeridin Nil ve Fırat nehirlerini sembolize ettiği yönündeki sürekli ve tamamen yanlış olan beyanlardır. Gerçekte bu şeritler Yahudi dua eden şalından (Talit) gelmektedirler. İsrailli uzmanlar genellikle Arapların gelecekte kendi ciddi tartışmalarına önem vermeyeceklerine ve Lübnan savaşının onları haklı çıkardıklarını kabul etmektedirler. Bu nedenle, diğer İsraillileri ikna etmek için eski yöntemleri kullanmaya neden devam etsinler ki?

6

Birleşik Devletler’de çok benzer bir durum mevcut, en azından şimdiye kadar. Aşağı yukarı ciddi yorumcular İsrail hakkında bilgileri ve fikirlerinin çoğunu iki kaynaktan almaktadırlar. Bunlardan ilki, neredeyse tamamı İsrail Yahudi hayranlığı olanlar ve bazı özellikleri nedeniyle İsrail devletini eleştirseler de, Stalin’in ‘‘yapıcı eleştiri” (Aslında Stalin karşıtı olduğunu iddia edenler arasında Stalin’den daha Stalinci olanlar vardır ve bunlar İsrail’i henüz başarısızlığa uğramamış Tanrıları olarak görmektedirler) olarak adlandırdığı türde eleştiriler yapan ‘‘özgür” Amerikan basınında yayımlanan makalelerdir.Eleştirilerin böylesine ilahlaştırıldığı bir tabloda, İsrail’in her zaman ‘‘iyi niyetleri” vardır ve sadece ‘‘hatalar yapmaktadır” ve bu nedenle böyle bir plan, İncil’deki Yahudiler tarafından yapılan soykırımlardan bahsetmediği sürece, tam bir tartışma konusu olmayacaktır. Diğer bilgi kaynağı olan The Jerusalem Post da benzer politikalara sahiptir. Bu nedenle İsrail’in, dünya gözlerini kapatmak istediğinden, dünyanın geri kalanına gerçekten ‘‘kapalı bir toplum” olması nedeniyle, böyle bir plan gerçekçidir ve hayata geçirilmesi ve uygulanması mümkündür.

Israel Shahak, 17 Haziran 1982, Kudüs

The original source of this article is Association of Arab-American University Graduates, Inc.

Copyright © Israel Shahak, Association of Arab-American University Graduates, Inc. 2016

—————————————————————————————-

American Universities Field Staff. Report No.33, 1979. Bu araştırmaya göre 2000 yılında dünya nüfusu 6 milyar olacaktır. Günümüzde dünya nüfusu: Çin 958 milyon, Hindistan 635 milyon, SSCB 261 milyon, ABD 218 milyon, Endonezya 140 milyon, Brezilya 110 milyon ve Japonya 110 milyondur. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonunun 1980 yılı verilerine göre 2000 yılında nüfusu 5 milyonun üzerinde 50 şehir olacaktır. Üçüncü dünya ülkelerinin nüfusu 2000 yılında dünya nüfusunun % 80‟ini oluşturacaktır. ABD Sayım Bürosu başkanı Justin Blackwelder‟e göre dünya nüfusu açlık nedeniyle 6 milyara asla ulaşamayacaktır.

2 Sovyet nükleer politikası iki Amerikan Sovyet bilimcisi Joseph D. Douglas ve Amoretta M. Hoeber tarafından kaleme alınan ve 1979 yılında Hoover Inst. Press tarafından basımı yapılan „„Nükleer Savaş için Sovyet Stratejisi‟‟ isimli kitapta çok iyi özetlenmiştir. Sovyetler Birliğinde her yıl, Sovyet nükleer doktrinini anlatan yüzlerce makale ve kitap yayımlanmaktadır ve ABD Hava Kuvvetleri tarafından İngilizceye çevrilerek yayımlanan birçok doküman bulunmaktadır. Bunlar arasında: USAF: Marxism-Leninizm on War and the Army: The Soviet View, Moskova, 1972, Marshal A. Grechko tarafından kaleme alınan USAF: The Armed Forces of the Soviet state. Moskova, 1975. Bu meseleye olan temel Sovyet yaklaşımı Marshal Sokolovski tarafından 1962 yılında Moskova‟da yayımlanan „„Marshal V.D. Sokolovski, Military Strategy, Soviet Doctrine and Concepts‟‟ (New York, Praeger, 1963) isimli kitapta sunulmuştur.

3 Dünyanın çeşitli bölgeleriyle ilgili Sovyet niyetleri, Douglas ve Hoeber‟in Nükleer Savaş için Sovyet Stratejisi isimli kitaptan öğrenilebilir. İlave bilgiler için Michael Morgan tarafından kaleme alınan „„USSR‟s Minerals as Stretegic Weapon in the Future,‟‟ Savunma ve Dış İlişkiler, Washington D.C, Aralık 1979 basımlı kitaba bakınız.

4 Sergei Gorshkov Filo Amirali, Deniz Gücü ve Devlet, Londra, 1979. 1979. Morgan, loc. cit. General George S. Brown‟un (USAF) C-JCS, 1979 Mali Yılı ABD Savunma Bütçesinin Durumu Kongre İfadesi sayfa 103; Ulusal Güvenlik Konseyi, Yakıt Harici Mineraller Politikası, (Washington, D.C. 1979,); Drew Middleton, The New York Times, (15 Eylül 1979); Time, 21 Eylül 1980.

5 Elie Kedourie, “The End of the Ottoman Empire – Osmanlı İmparatorluğunun Sonu,” Journal of Contemporary History, Vol. 3, No.4, 1968.

6 Al-Thawra, Suriye 20 Aralık 1979, Al-Ahram, 30 Aralık 1979, Al Ba‟ath, Suriye, 6 Mayıs 1979. Arapların % 55‟i 20 yaşın altındadır, % 70‟i Afrika‟da yaşamaktadırlar, 15 yaşın altındaki Arapların % 55‟i işsizdir, % 33‟ü kentlerde yaşamaktadırlar, Oded Yinon, „„Mısır‟ın Nüfus Problemi‟‟ Jerusalem Quarterly, Sayı 15, Bahar 1980.

7 E. Kanovsky, “Arapların Sahip Oldukları ve Olmadıkları,” The Jerusalem Quarterly, Sayı 1, Sonbahar 1976, Al Ba‟ath, Suriye, 6 Mayıs 1979.

8 İsrail‟in eski Başbakanı Yitzhak Rabin yazdığı kitabında, Haziran 1967 tarihinden sonra, toprakların geleceği konusundaki kendi kararsızlığı ve 242 numaralı BM kararının arka planını oluşturması sonrasında, pozisyonundaki tutarsızlıklar ve Camp David antlaşmalarının 12 yıl sonrasında ve Mısır ile olan barış antlaşmasında, İsrail hükümetinin aslında, Orta Doğu‟daki Amerikan politikasının tasarımından sorumlu olduğunu yazmaktadır. Rabin‟e göre 19 Haziran 1967 tarihinde Başkan Johnson Başbakan Eshkol‟a, içinde yeni topraklardan çekilmekten hiç bahsetmediği bir mektup göndermiş, fakat İsrail hükümeti aynı gün, barış karşılığında elde ettiği toprakları geri vermiştir. Arapların 9 Ocak 1967 tarihli Khartoum Kararları sonrasında hükümet pozisyonunu değiştirmiş ve 19 Haziran tarihli kararının aksi yönündeki bu değişikliği ABD‟ye bildirmemiş ve ABD de, İsrail‟in toprak vermeye hazır olduğu yönündeki geçmiş yaklaşımına dayanarak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 242 nolu kararını desteklemeye devam etmiştir. O noktada ABD‟nin pozisyonunu ve İsrail politikasını değiştirmek için artık çok geçtir. 242 temeline dayanan ve sonrasında Camp David‟te kabul edilen barış görüşmeleri bu temel üzerine oturtulmuştur. Bakınız Yitzhak Rabin. Pinkas Sherut, (Ma‟ariv 1979) 226-227 sayfalar.

9 Dış ve Savunma Komitesi Başkanı Prof. Moshe Arens bir röportajında (Ma „ariv, 3 Ekim 1980), İsrail hükümetinin Camp David antlaşmaları öncesinde bir ekonomik plan hazırlamakta başarısız olduğunu ve gerçi görüşmeler esnasında dahi ağır maliyeti hesaplamak ve ekonomik açıdan barışa hazırlanmamanın ciddi hatalarını görmek mümkün olsa da, anlaşmaların neden olduğu maliyetler karşısında şaşkınlığa uğradığını ifade etmiştir. Eski Maliye Bakanı Bay Yigal Holwitz petrol yataklarını bırakmasaydı İsrail‟in ödemeler dengesinde bir fazlalık olacağını ifade etmiştir (17 Eylül 1980). Aynı kişi iki yıl önce İsrail hükümetinin (istifa ettiği), Camp David anlaşmalarına atıfta bulunarak boynuna bir kement bağladığını ifade etmiştir (3 Kasım 1978, Ha‟aretz). Bütün barış görüşmeleri esnasında ne bir uzman ne de bir ekonomik danışmanın görüşlerine başvurulmamış ve ekonomi bilgisi ve uzmanlığı yetersiz olan Başbakan kendi kendine hatalı bir karar vererek Abd ile karşılıklı saygıyı sürdürmek arzusuyla, ABD‟den hibe yerine borç para talebinde bulunmuştur. Bakınız Ha‟aretz 5 Ocak 1979. Jerusalem Post 7 Eylül 1979. Maliye bakanlığında geçmişte danışmanlık görevinde bulunan Prof. Asaf Razin görüşmelerin seyrini şiddetle eleştirmiştir. Ha‟aretz 5 Mayıs 1979, Ma‟ariv 7 Eylül 1979. Petrol yatakları ve İsrail‟in enerji kriziyle ilgili ayrıntılı bilgi için bu meselelerde hükümete danışmanlık yapan Bay Etian Eisenberg‟in 12 Aralık 1978 tarihinde Ma‟arive Weekly ile yaptığı röportaja bakılabilir. Camp David antlaşmasını ve Sdeh Alma‟nın boşaltılması kararını bizzat imzalayanlardan Enerji Bakanı, petrol maddeleri açısından durumumuzun ciddiyetini birden fazla kez vurgulamıştır. Bakınız Yediot Ahronot 20 Temmuz 1979. Enerji Bakanı Modai dahi, Camp David ve Blair House (ABD Başkanının misafir evi) görüşmeleri esnasında, hükümetin petrol konusunda kendisine danışmadığını kabul etmiştir. Ha‟aretz 22 Ağustos 1979.

10 Birçok kaynaklar Mısır‟ın artan askeri bütçesi ve barışın tesis edildiğinin iddia edildiği barış dönemi bütçesinde, ülke içi ihtiyaçları gidermek için ayrılan bütçeden daha fazla yetki verilme niyetlerinden bahsetmektedir. Eski Başbakan Mamduh Salam 18 Aralık 1977 tarihinde, Maliye Bakanın Abd El Sayeh‟in 25 Temmuz 1978 tarihinde yaptığı röportajlara ve 2 Aralık 1978 tarihli Al Akhbar gazetesinde, askeri bütçenin, barışa rağmen, birinci önceliğe sahip olacağı yönündeki yazıya bakınız. Bunu eski Başbakan Mustafa Khalil de 25 Kasım 1978 günü Parlamentoya sunduğu kabine programında ifade etmiştir. İngilizce çevirisi için ICA, FBIS, 27 Kasım 1978, 1-10. Sayfalar. Bu kaynaklara göre Mısır‟ın askeri bütçesi 1977 ve 1978 yılları arasında % 10 oranında artmıştır ve bu süreç devam etmektedir. Bir Suudi kaynak Mısırlıların askeri bütçesini önümüzdeki iki yılda % 100 oranında artırmayı planladıklarını ortaya çıkarmıştır Ha‟aretz, 12 Şubat 1979 ve Jerusalem Post 14 Ocak 1979.

11 Ekonomik tahminlerin çoğu Mısır‟ın 1982 yılına kadar ekonomisini düzeltme kabiliyetine şüpheyle bakmaktadır. Bakınız Economic Intelligence Unit – Ekonomik İstihbarat Birimi, 1978 Supplement -Eki, „„The Arab Republic of Egypt – Mısır Arap Cumhuriyeti‟‟, E. Kamovsky, „„Recent Economic Developments in Middle East – Orta Doğuda Son Ekonomik Gelişmeler‟‟, Occasional Papers, The Shiloah Institution, Haziran 1977, Kamovsky, „„The Egyptian Economy Since the Mid-Sixties, The Micro sectors, „„Occasional Papers, Haziran 1978; Robert McNamara, Dünya Bankası Başkanının 24 Ocak 1978 tarihinde Times, Londra‟da ifade ettiği gibi.

12 Londra merkezli Institute for Strategic Studies-Stratejik Araştırmalar Enstitüsü tarafından yapılan ve Center for Strategic Studies of Tel Aviv tarafından sunulan araştırmaların karşılaştırması ve İngiliz bilim adamı Denis Champlin (Military Review, Kasım 1979), The Military Balance 1979-1980, CSS; Security Arrangements in Sina-Sina‟da Güvenlik Düzenlemeleri, Tuğgeneral A Shalev, No 3,0; CSS; The Military Balance and Military Options after the Peace Treaty with Egypt- Mısır Barıs Antlaşması Sonrasında Askeri Denge ve Askeri Opsiyonlar, Tuğgeneral Y Raviv No 4, Aralık 1978 ve El Hawadeth, Londra 7 Mart 1980, El Watan Arabi, Paris, 14 Aralık 1979 dâhil birçok basın raporlarına bakınız.

13 Mısır‟da hüküm süren dini karışıklıklar ve Kıptiler ile Müslümanlar arasındaki ilişkiler için Kuwaiti paper, El Qabas‟ta 15 Eylül 1980 tarihinde yayımlanan yazı dizisine bakınız. İngiliz yazar Irene Beeson‟un Müslümanlar ve Kıptiler arasındaki dostluğun bozulması hakkındaki raporu için Irene Beeson, Guardian, Londra, 24 Haziran 1980 ve Desmond Stewart, Middle East International, Londra, 6 Haziran 1980 makalelerine bakınız. Diğer raporlar için Pamela Ann Smith, Guardian, Londra, 14 Aralık 1979, The Christian Science Monitor 27 Aralık 1979 ve Al Dustour, Londra, 15 Kasım 1979, El Kefah El Arabi, 15 Ekim 1979 tarihli makalelere bakınız.

14 Arap Basın Servisi, Beyrut, 6-13 Ağustos 1980. The New Republic, 16 Ağustos 1980, Der Spiegel as cited by Ha‟aretz, 21 Mart 1980 ve 30 Nisan- 5 Mayıs 1980; The Economist, 22 Mart 1980; Robert Fisk, Times, London, 26 Mart 1980; Ellsworth Jones, Sunday Times, 30 Mart 1980.

15 P. Peroncell Hugoz, Le Monde, Paris 28 Nisan 1980; Dr. Abbas Kelidar, Middle East Review, Yaz 1979; Conflict Studies – Çatışma Çalışmaları, ISS, Temmuz 1975; Andreas Kolschitter, Der Zeit, (Ha‟aretz, 21 Eylül 1979) Economist Foreign Report, 10 Ekim 1979, Afro-Asian Affairs-Afrika-Asya İlişkileri, Londra, Temmuz 1979.

16 Bakınız Arnold Hottinger, “The Rich Arab States in Trouble- Zengin Arap Ülkelerinin Başları Dertte,” The New York Review of Books, 15 Mayıs 1980; Arab Press Service, Beirut, 25 Haziran- 2 Temmuz 1980; U.S. News and World Report, 5 Kasım 1980 as well as El Ahram, 9 Kasım 1979; El Nahar El Arabi Wal Duwali, Paris 7 Eylül 1979; El Hawadeth, 9 Kasım 1979; David Hakham, Monthly Review, IDF, Ocak.-Şubat 1979.

17 Ürdün‟ün politika ve problemleri için El Nahar El Arabi Wal Duvali, 30 Nisan 1979, 2 Temmuz 1979, Prof. Elie Kedouri, Ma‟ariv 8 Haziran 1979, Prf. Tanter, Davar, 17 Temmuz 1979, A. Safdi, Jerusalem Post, 31 Mayıs 1979, El Watan El Arabi, 28 Kasım 1979, El Qabas, 19 Kasım 1979 yazılarına bakınız. FKO pozisyonu için Dördüncü Fetih Kongresi, Şam, Ağustos 1980 sonuçlarına bakınız. İsrailli Araplar Shefa‟amr programı Ha‟aretz‟de 24 Eylül 1980‟de ve Arap Basın Raporu 18 Haziran 1980‟de yayımlanmıştır. Arapların Ürdün‟e göçleriyle ilgili gerçekler ve rakamlar için Amos Ben Vered, Ha‟aretz, 16 Şubat 1977, Yossef Zuriel, Ma‟ariv, 12 Ocak 1980 yazılarına bakınız. FKO‟nun İsrail‟e karşı pozisyonu için Shlomo Gazit, Monthly Review, Haziran 1980, Hani El Hasan‟ın Kuveyt Al Rai Al‟Am ile 15 Nisan 1980 tarihli röportajına, Avi Plaskov, „„Filistin Problemi‟‟ Hayatta Kalma, ISS, Londra, Ocak ve Şubat 1978 sayılarına, David Gutrnann „„Filistin Efsanesi‟‟ Yorum, Ekim 1975, Bernard Lewis „Filistinliler ve FKO‟‟ Yorum, Ocak 1975, Monday Morning, Beyrut 18-21Ağustos 1980, Journal of Palestine Studies, Kış 1980 sayılarına bakınız.

18 Profesör Yuval Neeman, “Samaria–The Basis for Israel‟s Security – Samaria İsrail Güvenliğinin Temeli,” Ma‟arakhot 272-273, Mayıs/Haziran 1980; Ya‟akov Hasdai, “Peace, the Way and the Right to Know – Barışa Diden Yol ve Bilme Hakkı” Dvar Hashavua, 23 Şubat 1980. Aharon Yariv, “Strategic Depth–An Israeli Perspective – Stratejik derinlik. İsrail Perspektifi,” Ma‟arakhot 270-271, Ekim 1979; Yitzhak Rabin, “Israel‟s Defense Problems in the Eighties – 1980‟lerde İsrail‟in Savunma Problemleri,” Ma‟arakhot Ekim 1979.

19 Ezra Zohar, In the Regime‟s Pliers (Shikmona, 1974); Motti Heinrich, Do We have a Chance Israel, Truth Versus Legend – Şansımız var mı İsrail, Gerçek Efsane Karşısında (Reshafim, 1981).

20 Henry Kissinger, “The Lessons of the Past – Geçmişin Dersleri,” The Washington Review Vol 1, Ocak 1978; Arthur Ross, “OPEC‟s Challenge to the West,” The Washington Quarterly, Kış, 1980; Walter Levy, “Oil and the Decline of the West- Petrol ve Batının Çöküşü,” Foreign Affairs, Yaz 1980; Special Report–”Our Armed ForcesReady or Not – Silahlı Kuvetlerimiz Hazır mı Değil mi?” U.S. News and World Report 10 Ekim 1977; Stanley Hoffman, “Reflections on the Present Danger – Mevcut Tehlike Üzerine Düşünceler,” The New York Review of Books 6 Mart 1980; Time 3 Nisan 1980; Leopold Lavedez “The illusions of SALT–SALT Hayalleri” Commentary Eylül 1979; Norman Podhoretz, “The Present Danger–Mevcut Tehlike,” Commentary Mart 1980; Robert Tucker, “Oil and American Power Six Years Later- Petrol ve Altı Yıl Sonra Amerikan Gücü,” Commentary Eylül 1979; Norman Podhoretz, “The Abandonment of Israel,” Commentary Temmuz 1976; Elie Kedourie, “Misreading the Middle East – Orta Doğuyu Yanlış Okumak,” Commentary Temmuz 1979.

21 Ya‟akov Karoz, Yediot Ahronot, 17 Ekim 1980 tarihinde yayımlanan rakamlara göre, 1979 yılında Yahudi aleyhtarı olayların sayısı 1978 yılına oranla iki kat artmıştır. Almanya, Fransa ve İngiltere Yahudi aleyhtarı olayların sayısı 1979 yılında çok fazladır. ABD‟de de meydana gelen Yahudi aleyhtarı olaylarda keskin bir artış olmuştur. Yeni Yahudi aleyhtarlığı için bakınız L. Talmon, “The New Anti-Semitism – Yeni Yahudi Aleyhtarlığı,” The New Republic, 18 Eylül 1976; Barbara Tuchman, “They poisoned the Wells – Kuyuları Zehirlediler,” Newsweek 3 Şubat 1975

————————————————————————————————————

İsrail’in Yeni Göç Planı

Yazarlar: Ellen Cantarow ve Peretz Kidron

Kaynak: http://members.tripod.com/alabasters_archive/new_exodus.htm

İlk yayım tarihi ve yeri: 8 Aralık 1980, Inquiry Magazine, Washington D.C. ABD. Bu doküman ‘‘Orta Doğu için Siyonist Plan” isimli yazıya ek olarak dâhil edilmiştir ve Israel Shahak tarafından 1982 yılında tercüme edilerek yayıma hazırlanmıştır.

Temmuz 1948 ayıydı, ilk Arap-İsrail savaşı tepe noktasındaydı. İsrailli General Yigal Anon sorusunu tekrarladı: ‘‘Halkı ne yapacağız?” Cevap olarak, eski başbakan Itzhak Rabin’in aktardığına göre, Ben Gurion eliyle bir işaret yaparak “Hepsini sürüp atın” dedi. Yeni işgal ettikleri Lydda ve Ramle kasabalarında yaşayan 50.000 Filistinli sivile ne yapacakları hakkında tartışıyorlardı.

Birliklerinin gerisinde “Baş belası” olarak tanımladığı “düşman ve silahlı bir halkın” kalması probleminden kafası karışan İsrailli komutan, İsrail’in kurucu başbakanı ve sonrasında savunma bakanı olan komutanı David Ben-Gurion’a ne yapması gerektiği hususunda fikrini sormaktadır. Ben Gurion’un eliyle yaptığı hareket ve kullandığı “hepsini sürüp atın” ifadesi binlerce Arap erkek, kadın ve çocuğun kaderini belirlemiştir. Emri uygulayan ve insanları Lydda ve Ramle’deki evlerinden sürüp atmaları için birliklerini gönderen komutan; “Birlik kullanmak ve uyarı ateşi açmaktan kaçınmanın hiçbir yolu olmadığını.” hatırlamaktadır.

Şimdi adı Lod olan Lydda ve Ramle günümüzde Yahudi kentleridirler. 1948 yılında tahliye edilen evler şimdi İsrailli Yahudilere aittirler. ‘‘Sahipsiz” Mülkler Yasasına dayanarak devlet, savaşın kritik dönemlerinde, özellikle İsrail birliklerinin ileri harekâtı esnasında kaçan Arapların boşalttıkları topraklara el koyar. Topraklar Yahudilere verilir ve yurtlarını terk etmek zorunda kalarak Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Orta Doğunun diğer ülkelerine istemeden dağılan insanlar ‘‘mülteci” durumuna düşerler.

Bu şekilde, birçok kentin Arap nüfusu, neredeyse bir gecede anayurtlarından koparılmış yeni bir sürgün halk haline gelmiştir. Savaş öncesinde, şimdi İsrail’e ait olan topraklarda toplam 860.000 Arap yaşarken bu sayı şimdi 160.000’e düşmüştür. Bazıları yaşadıkları yerlerden sürüp atılmış, bazıları kaçmış ve geri dönmelerine izin verilmemiştir.

Yahudi ve Arap birçok gözlemci, 1980’li yılların, yeni bir 1948 yılı durumu ortaya çıkarabileceğini söylemektedirler. Bu korku, özellikle geçtiğimiz bahar aylarında İsrail’in Batı Şeria’daki iki önemli belediye başkanını sınır dışı etmesi ve bombalı araç saldırıları ile diğer ikisinin yaralanması olayları sonrasında ortaya çıkmıştır. Halhoul kasabası eski belediye başkanının eşi Nihad Milhem geçtiğimiz yaz, ‘‘Sadece kocam sınır dışı edilmedi. İki ay içerisinde hepimizi sürüp atmak istediklerini, üzerinde bizim olmadığımız toprakları istediklerini hissediyorum.” ifadelerini kullanmıştır.

1980’li yılların mültecilerinin kimler olacağı şüphesiz kritik bir sorudur. Batı Şeria’da, Hebron’un hemen dışındaki tepelerde kurulan Kiryat Arba yerleşim biriminde yaşayan ve bir sonraki Knesset seçimlerinde aday olan Rabbi Mehir Kahane, Arapların tarihi Yahudi toprakları kadar 1967 yılı öncesinde işgal edilen toprakları da ‘‘gönüllü” olarak tahliye etmelerini talep etmektedir. Aşırı sağcı Gush Emunim (İnançlılar Bloğu) hareketinin liderleri yaptıkları açıklamalarda Kahane ve takipçilerine nazaran genellikle daha ihtiyatlıdırlar. Fakat geçtiğimiz bahar aylarında, İnançlılar Bloğunun en önemli kişilerinden bir tanesi olan Rabbi Moshe Levinger; ‘‘Topraklara ne kadar çok Yahudi yerleşir ise güvenlik o oranda artacaktır. Araplar buna karşı çıkmayacaklardır ve başkaldırırlar ise onlarla nasıl başa çıkacağımızı biliyoruz” açıklamasını yapmıştır.

Kahani ve Levinger her zaman aşırı çılgınlar olarak nitelendirilebilir ve söylediklerinin, devletteki daha önemli kişilerin niyetlerini yansıtmadığı sürece bir önemi bulunmamaktadır.

Son zamanlarda bunun böyle olacağına dair ipuçları vardır. En ciddi teklif İsrail askeri istihbaratının eski şefi olan oldukça güvenilir bir kaynaktan, Aharon Yariv’den gelmiştir. Geçen baharda Jerusalem’s Hebrew University’de yaptığı bir konuşmada Yariv, ‘‘Bazı insanlar 700.000 ile 800.000 arasındaki Arap nüfusunun yeni bir savaş durumunda sürülmesinden ve ortamın (bir olasılık olarak) buna hazır olduğundan bahsetmektedir. Dil sürçmesi olabilir. Daha belirgin olması için zorlanan Yariv, ‘‘bazı insanlar” olarak kimi kast ettiği yönündeki soruları cevaplamayı ret etmiştir. Sütçüsünü kast etmediği yönündeki şüpheler hala geçerlidir.

Mevcut bağlamda Yariv’in ifadesi uğursuzca yankılanmaktadır. İşgal edilen Batı Şeria’da hızlandırılmış bir taarruza maruz kalanlar sadece belediye başkanlarından ziyade bütün halktır. İsrail askeri gücü, birkaç insanın iddia edilen faaliyetleri nedeniyle bütün kasaba ve kentlerde sokağa çıkma yasakları uygulamaktadır. Yine, aile üyelerinin veya etraftaki komşuların bireysel olarak işlediği iddia edilen suçlar nedeniyle, insanların evleri imha edilmiş ve insanlar evlerinden edilmişlerdir. General Mattityahu Pelled geçtiğimiz Mayıs ayında, bir gerilla saldırısı sonrasında, El Halil ve komşu bölgelerdeki 100.000’den fazla Arap’ın yaşadıkları yerlerde uygulanan sokağa çıkma yasağı nedeniyle açlıktan ölmelerine neden olma ile suçlanmıştır.

Bazı gözlemciler bu politikalarda 1948’in tahliye melodilerinin izlerini görmektedirler. Ülkenin önde gelen habercilerinden Amnon Kapeliouk, Yariv’in geçen Haziran ayında günlük Al Hamishmar gazetesinde yayımlanan ifadesi hakkında yorum yaparken;“Kolektif cezalandırma politikası yeni bir uygulama değildir. Bu kolektif ceza uygulamasını, en ihtişamlı günlerinde arazilerin imparatoru ünvanlı Moshe Dayan’ın yaptıklarında da görmek mümkündür” sözlerini kullanmıştır. Fakat o günler ile mevcut günler arasındaki fark, Likud hükümetinin yönetiminde uygulanan kolektif cezalandırma politikasının, açık bir şekilde ayrılma niyetinde olanları zorlamaya yönelik olarak yapılıyor olmasıdır.

Resmi İsrail propagandası her zaman 1948 yılındaki toplu Arap göçünün kendiliğinden olduğunu iddia etmektedir. Filistinli liderler kendi halkını, Yahudileri denize dökecek olan Arap ordularının önünü açmak maksadıyla savaş bölgelerini terk etmeleri yönünde uyarmıştır. İsraillilere gelince, toplu göçü teşvik etmenin tam aksine Arapları kalmaları yönünde ikna etmek için ellerinden geleni yaptıklarını iddia etmektedirler (İsrail sözcüleri her zaman, Yahudi liderlerin Arap komşularına, kaçakları durdurma yönündeki çabalarının yararsız olduğu yönünde güven vermeye çabaladıkları, Hayfa örneğine atıfta bulunmaktadırlar).

1948 olaylarının bu versiyonu, 30 yıldan daha fazla bir süredir beklenmektedir. İsrail propaganda makinesi ülke içinde ve dışında birçok insanı mülteci probleminin Arapların kendileri tarafından yaratıldığına ve İsrail’in yurtlarından edilen Filistinliler probleminde hiç bir sorumluluğunun olmadığına ikna etmiştir.Filistinlilerin, sivillerin sistematik bir şekilde sınır dışı edildiği ve yurtlarından kovulduğu yönündeki iddiaları her zaman uydurma olarak nitelendirilmiştir.

Fakat Arapların görüşü, mevcut hükümet için bir utanç abidesi olacak şekilde, güvenilir İsrail referanslarınca da doğrulanmıştır. Itzhak Rabin’in geçenlerde yayınlanan hatıraları henüz ilk düzeltme nüshası halindeyken dahi, eski bakanlar ve askeri yetkililer tarafından yazılan kitapları sansürleme yetkisine sahip özel bir bakanlık komitesi, bu makalenin başından alıntılar içeren pasajları iptal etmiştir.

Ben Gurion’un kendi eliyle yazılmış biyografisinde Michael Bar-Zohar 1948 savaşından başka bir olayı, bir Arap kenti olan Nazareth’in başarısız tahliye teklifini açıklığa kavuşturmaktadır. Bar-Zohar, Ben Gurion’un 18 Temmuz 1948 tarihli günlük sayfasına dayandırdığı haberinde, kentin silah bırakarak teslim olmasından iki gün sonra, Kuzey Bölge Komutanı Moshe Carmel’in Nazareth’in bütün halkının sürülmesi yönünde verdiği emri hatırlatmaktadır. Tugay komutanı tereddüde düşer. Emri aldığında kent sakinlerinin yerlerinden edilmemesi yönünde emir verir. Ben Gurion dahi, Arap mallarının yağmalanmaması için makineli tüfeklerin Nazareth’de mevzilenmesi yönünde emir verir.

Fakat Ben Gurion’un Arap siviller hakkındaki politikası, 1948 yılında ve sonrasında tutarsızdır. Carmel’in Nazareth ile ilgili emrine karşı çıktığında dahi başbakan anlaşıldığına göre astını böyle bir emir verdiği için kınamamıştır. Bunun da ötesinde, Bar-Zohar’ın biyografisinde bir İsrailli subayın başbakanın ilk Nazareth ziyaretiyle ilgili bilgiler bulunmaktadır. Etrafa şaşkınlık içerisinde baktı ve “Neden bu kadar çok Arap var, neden onları sürüp atmadınız?” diye sordu. (Bu açıklamalar BarZohar’ın İbranice yazılmış biyografisinde mevcuttur, özet haline getirilmiş İngilizce versiyonunda bulunmamaktadır).

Bir nokta bütün şüphelerin ötesindedir: Ben Gurion, Arap sivillerin kitlesel olarak sürülmelerini, yeri ve zamanı geldiğinde duruma göre kullanılabilecek veya bir kenara bırakılacak bir politik enstrüman olarak uygun bir seçenek olarak görmüştür. Bu şartlar, duruma göre değişkendir. Lydda ve Ramle olayında Ben Gurion, Tel Aviv yakınında ve Kudüs ana rotası üzerinde büyük bir Arap nüfusunun olmasını stratejik açıdan rahatsız edici bir durum olarak görmüştür. Birkaç mil ötede savaş devam ederken böyle bir durum, aynı zamanda taktik açıdan da bir utançtır. Aksine, yaşam alanı olan Golan tepelerinin ele geçirilmesi sonrasında, belki de Ben Gurion’un buradaki tahliye emrini iptal etmesinin de nedeni olarak, Nazareth’in önemi azalmıştır.

1947 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Bölünme Planı, sınırları o zamanlar Filistin’de yaşayan 650.000 Yahudi’nin çoğunu içine alan bir devlet oluşturmuştur. Fakat bu bölge, her ne kadar azalmış olsa da, aynı zamanda büyük bir Arap azınlığı da barındırmaktadır. Bunun da ötesinde 1948 savaşı süresince, İsrail kuvvetleri, Filistin’e ait olan ve Birleşmiş Milletler tarafından Araplara bırakılan ilave toprakları da işgal etmiştir. 1948 savaşı sonrasında, İsrail kontrolü altında kalan saha, bir zamanlar 750.000 Arap nüfus barındırmaktadır. Araplar kalmış olsalardı, sayıları Yahudilerden daha fazla olurdu.

Günümüzde % 85’i Yahudi olan yaklaşık olarak dört milyon İsrail vatandaşı bulunmaktadır. Fakat kalan az miktardaki Arap kalıntıları birçok İsrail liderini hala kaygılandırmaktadır. Örneğin, Ağustos 1973 ayında, devlet içerisindeki yerleşim programlarından sorumlu olan güçlü Yahudi Ajansı; ‘‘Golan Tepelerinde Genel Geliştirme” adlı bir program yayınlamıştır. Doküman açık ve net bir şekilde, Arap nüfus yoğunluğunun en fazla olduğu Golan tepelerindeki bazı yerleşim birimlerinde Yahudi halkın sayısının çok düşük olduğunu ortaya koymaktadır. Rapora göre bölgeyi Yahudi nüfusun fazla olduğu ve bütün Yahudi şehir merkezleri, Yahudi tarımsal yerleşim birimleri ve diğerleri dâhil, Yahudiler için cazibe merkezi olan bir hale getirmek için onlarca yıllık bir geliştirme planına ihtiyaç duyulmaktadır.

Bununla birlikte bazı İsrailli liderler Golan tepelerindeki Yahudi yerleşim hızından memnun değildirler. Halen savunma bakanlığı görevini yürüten Ariel Sharon, tarım bakanı bu hoşnutsuzluklarını, 1977 yılındaki bir basın mülakatında açığa vurmuşlardır: Ariel Sharon gazete ile yaptığı mülakatta; ‘‘Ben şimdi yabancılarla da ilgileniyorum, Araplar, devletin topraklarını devir almaktalar. Bu meselede tamamen bir zayıflık söz konusudur. Ulusal topraklar yabancılar tarafından çalınmaktadırlar. Golan tepelerinde topraklar herkese açıktır ve Golan tepelerinin Yahudileştirilmesini konuşurken, arazi şimdi Yahudi olmayan bir özelliğe sahiptir. Diğer sorumlu unsurlar ile birlikte hareket ederek, ulusal toprakların yabancılar tarafından alınmasına engel olmak için sert önlemler almaya başladım. Yakında Yahudileri yerleştirecek hiç bir yer kalmayacak.” ifadelerini kullanmıştır.

İsrail’in demografik problemleri 1967 yılındaki zaferin meyveleri olarak artmıştır. Batı Şeria ve Gazze Şeridi üzerindeki kontrol, bir milyondan fazla Arap nüfusun olduğu geniş sahaların askeri anlamda işgali anlamına gelmektedir. Son 13 yıl boyunca içten içe yanan mesele, toprakların anavatana eklenip eklenmemesidir. Sağ kanat, Menachem Begin’in Herut Partisi, Milli Dini Parti ve onların militan öncüsü olan Gush Emunim, teröristlerin tarihi İsrail ve vadedilen toprakların bir parçası olduğuna inanmaktadırlar.Bu dini aşırı milliyetçiler bütün İsrail hükümetlerini Judea, Samaria ve Gazze Şeridinin İsrail devleti topraklarına eklenmesi yönünde uyarmaktadırlar.

“Facts on the Ground” olarak adlandırılan İsrail yerleşim birimleri, Batı Şeria’daki Arap köylerinin etrafında mantar gibi çoğalmıştır, fakat aleni ilhak meselesi üzerinde hala ateşli tartışmalar sürmektedir. Filistin’in kendi kaderini tayin hakkını savunan solcular ve liberallerden oluşan küçük bir azınlık, prensip olarak toprak ilhakına karşı çıkmaktadırlar. Fakat İsrail ana sisteminde çok az kişi böylesine düşüncesiz bir pozisyon almaya cesaret edebilir. Politik sistemin pozisyonu çok daha pragmatiktir.

1948 yılında birlikleri Lydda ve Ramle’yi işgal eden ihtiyar Yigal Allon Labor Partisinde de önde gelen bir simadır. Yigal Allon, İsrail’in işgal edilen topraklardan kısmen çekilmesini öngören bir plan hazırlamıştır. Artık İsrail’in kontrolünde olmayan topraklar Ürdün’e (Labor Parti çoğunluğu tarafından kabul edilen ve sözde ‘‘Ürdün Opsiyonu” olarak adlandırılan plan, Kral Hüseyin ve FKO tarafından ret edilmiştir) verilecektir. Fakat Allon Planına göre İsrail’e geçecek olan topraklardaki Araplara ne olacaktır? Gerçekte bu, Allon’un 1948 yılında Ben Gurion’a sorduğu ‘‘Halka ne olacak?” sorusuyla tamamen aynıdır.

Toprakların ilhak edilmesi Büyük İsrail nüfusunun, üçte biri Filistinli Arap olan yaklaşık olarak beş milyona ulaşması ile sonuçlanabilir. Yüzyılın sonuna kadar bu Arap azınlık % 40’ı aşabilir. Bu ‘‘dengesizlik” birçok farklı inançtan, ‘‘güvercinler” dâhil İsrailli Yahudileri alarma geçirmiştir. Örneğin, Şimdi Barış hareketine mensup dedi Zucker, söylendiğine göre; ‘Batı Şeria’nın ilhakı, İsrail’in Yahudi yapısını tehdit ederek, bütün nüfus dengesini değiştirecektir.” ifadelerini kullanmıştır. Benzer şekilde Allon’un çalışma arkadaşı olan Abba Eban da ilhakın ‘‘İsrail’in demokratik bir Yahudi devlet olma özelliğini tehlikeye sokacağı” uyarısında bulunmuştur. İsrail’in Yahudilik karakterini muhafaza etmenin yolları Yahudiliği simgeleştirmek ya da vatandaşların çoğunluğunu Yahudi yapmaktır.

Bazıları Ben Gurion’un ilk politikası olan kitlesel Yahudi göçünü bir çıkış yolu görmektedirler. Eski Savunma bakanı Ezer Weizmann’ın dediği gibi; ‘‘Sadece üç milyon Yahudi varsa, iki milyon Arap olması bir problemdir, on milyon Yahudi var ise hiçbir problem yoktur.”

Irkçı hesap, kitlesel Yahudi göçünün 1950’li yıllarda durduğu garip gerçeğini göz ardı etmektedir. Son yıllarda İsrail’e göç eden Yahudi sayısı 20.000-30.000’den fazla değildir ve ortalama olarak her yıl 20.000 Yahudi veya İsraillinin anavatanlarını terk ettiğine inanılmaktadır. Bu nedenle göç nedeniyle ortaya çıkan yıllık artış yılda 10.000’den azdır ve bu oran Weizmann’ın öngörüsü olan 2000 yılında 10.000.000 Yahudi nüfusuna ulaşmak için hiç te yeterli değildir.

Hiç şüphesiz bütün demografik mesele toprak sorununa bağlıdır. Soru, günün sonunda iki halktan hangisinin toprak üzerinde hakkı olduğudur. En radikal cevap, 1948 yılında yapıldığı gibi yerli Arapları ülkenin dışına sürmektir. Fakat bunun yanında, Arapların İsrail sınırları içerisinde kalmalarına izin veren, çok daha az sert ve daha kademeli bir çözüm olan toprakların kamulaştırılması da bir alternatiftir. Örneğin, İsraillilerin ‘‘Bedeviler” olarak çağırdıkları halk kendilerini sadece ‘‘çiftçi” olarak adlandırmaktadır. İsrail hükümeti, sadece 1975 yılında, Mısır ve Gazze Şeridi arasındaki Pitchat Rafiah bölgesinde göçebe hayatı sürmeyen bu insanlardan binlercesini zorla tahliye etmiştir. Mapam parti delegasyonu 6 Nisan 1975 tarihinde Gazze Şeridinin iki katı büyüklüğünde 800.000 dönüm arazinin sahiplerinin ellerinden sökülüp alınma aşamasında olunduğunu yazmıştır. “Çadırlar yakıldı, su kuyuları kurutuldu, evler buldozerler tarafından kullanılamaz hale getirildi ve meyve bahçeleri tahrip edildi.”Arazilere el koyulduğu bilgisi çevredeki kibutzlarda yaşayan İsraillilerin protestoları üzerine kamuoyu tarafından öğrenildi fakat sol kanada mensup Kibutz Hareketinin çoğunluğu, o zaman da şimdi olduğu gibi el koyulan topraklar üzerinde yerleşimi savundu.

Ağustos 1979 ayında Ezra Rivlis isimli gazeteci buldozerlerin yerle bir ettiği Bedevi köylerine gitti, İsrail’in inşa faaliyetlerine başlayacağı Bedevilerden alınan topraklar dikenli tellerle çevrilmiş durumdaydı. Al Hamishmar gazetesinde yazdığı yazısında Rivlis, dikenli tellerin içinden dışarı bakarak: “Diğer tarafta bedeviler bize bakıyorlar, şaşkın gözlerle, malları ellerinden alınmış ve problemlerini gidermek için ne bir düzenleme ne de bir çözüm yok.” satırlarını kaleme almıştır.

İsrail’in toprağa olan açlığı böylece zorla sınır dışı etme olmaksızın tatmin edilmiştir.Ülke sınırları boyunca, insanları sınır dışı etmeksizin yapılan kamulaştırma, toprakları ellerinden alınan insanlar büyük ucuz Arap iş gücü havuzuna katıldıklarından, ekonomik kazançlar da sağlamıştır. Ve aynı zamanda belirli bir politik kar payı da vardır: imkânları kısıtlı Yahudiler isyan edebilirler fakat Arap işçilerin bulundukları yerde tutulmaları çok daha kolaydır.

Fakat bu tür tedbirlere kızmak ve karşı gelmek Araplara karşı yürütülen ayrımcılığa ayak uydurmuştur. 1976 yılında politik dert ve sorunları sonunda patlamış ve ‘‘Toprak Gününde” bütün Arap azınlıkların katıldığı bir günlük protesto eylemleri İsrail ordusu ve polisi tarafından vahşice bastırılmıştır. Bu olay, nüfusun yedide birini oluşturmalarına rağmen, devlet için potansiyel bir tehdit olarak algılanan İsrail Arap nüfusuna karşı resmi hoşgörüsüzlüğü iyice güçlendirmiştir.

İşgal edilen topraklarda hükümet direnişe karşı baskı rejim uygulamaktadır. “Terörün engellenmesi” yasası Temmuz ayında parlamentoda kabul edilmiştir, yasada; terörist organizasyonlara halk sempatisi ve devletin güvenliğine karşı işlenen suçlar gibi ifadeler bulunmaktadır. Aynı anda kabul edilen Vatandaşlık Kanununda yapılan değişiklik, iç işleri bakanına, devlete sadık olmayanların vatandaşlıklarını ellerinden alma hakkını vermektedir, hiç şüphe yok ki ‘‘sadakatsizlik” kavramının kapsamının belirlenmesi de iç işleri bakanına bırakılmıştır. Bunun gibi tedbirler etkin bir şekilde muhalefeti susturur ise hükümet yaptığı işten her zaman olduğu gibi tatmin olacaktır. Fakat bu tedbirler yeterli olmazsa veya bölgede türbülansın hızla şiddetlendiği bir savaş zamanında, 1948 yılında alınan olağanüstü tedbirler tekrar uygulanabilir.

Hükümet, Mehir Kahanes ve Moshe Levingers gibi aşırı fanatiklerin tersine, devlet sınırlarında zorunlu sınır dışı etmeleri bir Arap hikâyesi olarak reddetmektedir. Genel olarak sorunu baştan savmayı tercih etmektedir. Begin’in destekçileri aslında büyük bir şevkle Yahudi hegemonyasının, iki toplum arasındaki iyi komşuluk ilişkileri vasıtasıyla el ele yürüyebileceği öngörmektedirler.

Fakat İsrail liderleri özel konuşmalarında kamuoyuna yaptıkları açıklamalarında oldukları gibi dikkatli olmayabilirler. Nüfus problemi için daha radikal bir çözümün hem iktidar, hem de muhalefet kanadında ciddi olarak ele alındığına dair işaretler mevcut. Politik spektrumdaki farklı görüşlere sahip liderler, Filistin politik isyanının geçenlerdeki gösterisine karşı Arapları, kendilerini 1948 trajedisinin yinelenmesi riskine soktukları yönünde uyararak tepki gösterdiler. Bu tür yarı örtülü tehditler önemli ölçüde, her üçü de geçmişte general şimdi politikacı olan Sharon, Rabin ve Dayan’dan gelmektedir. Bunlardan en az ikisi (Dayan ve Rabin), 1948 trajedisinin nasıl ve kimler tarafından tasarlandığı hakkında gizli bilgilere sahiptir.

1919 yılında Ben Gurion; ‘‘Ülkenin mevcut yerli halkının topraklarını ellerinden almak ne arzu edilen ne de makul bir hareket tarzıdır. Siyonizm’in amacı bu değildir.” diye yazarken, on yıl sonra aynı görüşü daha lirik bir ifadeyle dile getirmiştir; ‘‘Arzu ettiğimiz her şeyi başarmak için her şeye el koymak zorunda olsak dahi, benim manevi bakış açıma göre bizim tek bir Arap çocuğun mallarını almaya hakkımız yoktur.”

Ben Gurion’un halefleri onun 1919 yılında söylediklerine kulak vermek mi yoksa 1948 yılında yaptıklarını taklit etmek mi niyetindeler?

————————————————————————————————————————–

 

Yazar: Oded Yinon. 1973 yılında Orta Doğu Çalışmaları Hebrew Üniversitesinden mezun olmuştur. 1978 yılında aynı üniversiteden Orta Doğu Çalışmaları alanında yüksek lisans derecesini almıştır. Aynı yıl Tel Aviv üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalışmıştır. 1974-1978 yılları arasında İsrail’de çeşitli bakanlıklarda görev yapmıştır. Çeşitli üniversitelerde Orta Doğu tarihi dersleri vermiştir. Çeşitli üniversitelerde eğitmenlik ve akademik direktörlük görevlerini yürütmüştür. 1974 yılından itibaren yurt içinde ve dışında çeşitli dergi, haber ajansları ve gazetelerde makaleler ve deneme türünde yazılar kaleme almıştır.

 

İbranice-İngilizce Çeviren: Israel Shahak, Kudüs’te bulunan Hebrew Üniversitesinde organik kimya profesörüdür ve Israeli League for Human and Civil Rights başkanlığı görevini yürütmektedir. ‘‘The Shahak Papers” adıyla İbrani basınında yer alan belli başlı yazılarının koleksiyonunu yayınlamıştır, sayısız kitap ve makalenesin yazarıdır. Bunlar arasında ‘The Non-Jew in the Jewish State” İsrail basınında yer alan çeşitli yazılarının bir derlemesidir.  Son kitabı ‘İsrael’s Global Role: Weapons for Repression” AAUG tarafından 1982 yılında yayımlanmıştır.

 

İngilizce-Türkçe Çeviren: Ercan Caner Elektrik ve Elektronik Mühendisliğinin yanı sıra, uçak ve helikopter lisanslarına sahiptir. Yüksek lisans derecesini 2012 yılında Gazi Üniversitesi’nden Avrupa Birliği – Türkiye İlişkileri alanında alan Caner, halen Türkiye Hava Sahası Yönetimi alanında Haliç Üniversitesi’nde doktora tez çalışmalarını sürdürmektedir. Bir yazılım firmasında proje yöneticisi ve havacılık projeleri alan uzmanı olarak çalışan Caner, Asliye Ceza Mahkemelerinde ‘‘Havacılık Bilirkişiliği” alanında pilot ve bakım uzmanlığı görevini de yürütmektedir. İleri Mühendislik ve Tasarım alanında ‘‘Smart Mentor” unvanı da olan Caner, yazı ve çevirilerini academia.edu ve sunsavunma.net sitelerinde paylaşmaktadır. Caner evli ve iki çocuk babasıdır. İngilizce bilen ve Fransızca okuyabilen Caner’in İnsansız Hava Araçları (2014) ve Taarruz Helikopterleri (2015) konulu makaleleri yayımlanmıştır. 40 yılı kapsayan TSK, Birleşmiş Milletler, NATO ve savunma sektör deneyimlerine sahiptir. [email protected]

 

Önsöz: 1946 yılında doğan Michel Chossudovsky Kanadalı ekonomist ve yazardır. Ottawa Üniversitesinde ekonomi profesörüdür ve 2001 yılından beri Centre for Research on Globalization direktörü olarak görev yapmaktadır. Gelişmekte olan ülke hükümetlerine ekonomik danışmanlık yapan Birleşmiş Milletler ve Birleşmiş Milletler Latin Amerika ve Karayipler Ekonomik Komisyonu gibi uluslararası organizasyonlara da danışmanlık görevlerini yürütmektedir. Chossudovsky’nin özellikle Centre for Research on Globalization’da yaptığı çalışmalar Kanada ana akım akademik çevreleri tarafından aşırı komplo teorileri olarak değerlendirilmektedir.

 

Yayıncı: Khalil Nakhleh, ABD İndiana University’den Ph. D. Derecesi olan Galilee, İsrail/Filistin’de çalışmalarını sürdüren bir insanbilim uzmanıdır. Ana akademik çalışmaları ve faaliyetleri işgal edilmiş topraklarda yaşayan, kolonileştirilmiş ve parçalanmış Filistin toplumu ve insanlarının, dış yardım ve desteklere bağlı kalmadan, nasıl özgür, üretken, bağımsız ve kendi kendine üretebilen bir topluma dönüşebileceği üzerine yoğunlaşmıştır. Dr. Nakhleh Filistin toplumu, gelişme, Hükümet Dışı Organizasyonlar ve eğitim alanlarında İngilizce ve Arapça dillerinde birçok kitap ve makaleye imza atmıştır. Red Sea Press yayın kuruluşu tarafından 2012 yılında ‘‘Küreselleşen Filistin: Bir Ülkenin Satışı” isimli son kitabı yayımlanmıştır. [email protected]

 sunsavunma.net

Yorumlar