Görüntülenme: 1520 Tarih: 05 Ocak 2016 12:57
İsrail-Filistin çatışması üzerine tefekkür ederken ya da yaptığım tartışmalarda çok az insanın çatışmaya dair temel bir anlayışa sahip olduğunu, çoğu kişinin onu gereğince tanımlayamadığını gördüm.
Herkes çatışmanın Arap/Filistinli “terörizm”i, intihar bombacıları ile alakalı olduğunu duymuş. “Terörist Filistinlilerin tek hedefinin tüm İsraillileri ölü ya da diri denize dökmek olduğunu” söylüyorlar. Tek motivasyonları da antisemitizm ve Yahudilerden nefretmiş. Bu görüşe sahip olanlar çatışmayı akıldışı bir nefret denizinin orta yerinde hayatta kalmaya çalışan bir Yahudi devleti ile ilgili bir şey zannediyorlar.
Oysa bu Siyonistlerin görüşü, İsrail'in propagandası. Bu görüşün tüm dünya tarafından benimsenmesini istiyorlar.
Bir de çatışmanın Araplar ve Yahudiler arasında gerçekleştiğini söyleyenler var. Bu çatışma “binlerce yıldır” devam ediyormuş.
Bu yaklaşımların hiçbirisi doğru değil.
Filistinliler ilk intihar eylemini 1994'te gerçekleştirdiler, yani Hebron'da İbrahim Camii'nde namaz kılan 29 Müslüman Brooklyn'li Baruch Goldstein tarafından katledildikten kırk gün sonra. 67 Savaşı, İsrail'in Batı Şeria'yı, Doğu Kudüs'ü, Gazze Şeridi'ni ve Golan Tepeleri'ni işgal etmesinin üzerinden 25 yıl geçmişti. Dolayısıyla tüm bir Filistinli kuşağı ilk intihar eyleminden önce askerî işgalden başka bir şey tecrübe etmeden büyümüştü.
“Tüm Yahudileri ölü ya da diri denize dökecekler” ifadesinin izlerini Başbakan David Ben Gurion'un Knesset'te 1961 yılında yaptığı konuşmaya dek sürmek mümkün. Muhtemelen söz konusu ifade ilk kez önemli bir politik şahsiyetin ağzından çıkıyordu. Tüm niyet ve amaçları ile bu ifade Yahudilere ait, Araplara değil. Bu duygusal ifadenin tüm İsrail-Filistin tartışmasına nüfuz etmesinin kökeni İsrail başbakanının kendisi (Bkz.: “Kim Kimi Denize Döküyor?”)
Çatışmanın dinî olduğuna ve bin yıldır sürdüğüne dair görüş de yanlış. Yaklaşık iki bin yıldır Yahudiler ve Araplar uyumlu bir ilişki içerisindeler. I. Dünya Savaşı'na kadar geçen dört yüz yıllık dönem boyunca, Osmanlı yurttaşları olarak eşit haklara sahipler. Esasında Osmanlı'da yönetimde yüksek kademelere gelenler çoğunlukla Yahudiler.
Her şey 1896'da Theodore Herzl'in Yahudi Devleti [Der Judenstaat] isimli kitabını yayınlaması ile başladı. Kitapta Herzl antisemitizmin kaçınılmazlığına, değişmezliğine, devamlılığına ve her yerdeliğine vurgu yapıyor, tek çözümün Yahudiler için ayrı bir devlet olduğunu söylüyordu.
Herzl'in kitaptaki ifadesine göre:
“Yahudi sorunu Yahudilerin fark edilir sayılarda yaşadıkları her yerde mevcuttur. Yahudilerin bulunmadıkları yerlere ise bu sorun onların gerçekleştirdikleri göçlerle birlikte taşınmaktadır. Doğalında bizler zulmedilmediğimiz yerlere gidiyoruz, oradaki varlığımız ise zulme yol açıyor.”
1917 Balfour Deklerasyonu için Britanya'da lobi faaliyeti yürüten, Siyonist ve İsrail'in ilk cumhurbaşkanı Chaim Weizman 1912'de bu görüşü Berlin'deki bir toplantıda şu şekilde dillendiriyor:
“[...] Eğer midesinde bozukluk istemiyorsa, her ülkenin sınırlı sayıda Yahudiyi sindirmesi olası. Almanya'da çok fazla Yahudi var.”
Bu fikri yansıttığı 1949 tarihli, Deneme-Yanılma isimli otobiyografisinde Weizmann ise şunları yazıyor:
“Bir ülkede Yahudilerin sayısı doyma noktasını aştığında o ülke Yahudilere tepki geliştirir.”
Kimyacı olan Weizmann bilim alanına ait bir mecaza başvurarak şunlar söyler:
“[...] Bu meselede belirleyici etmen Yahudilerin erime becerisi değil ülkedeki eritme gücüdür. [...] Bu, kaba manada antisemitizm olarak görülemez. Bu, bizim kurtulamadığımız, Yahudi göçünün ekonomik ve toplumsal düzlemde doğal olarak ortaya çıkan evrensel bir sonuçtur.”
Herzl'in aynı zamanda Siyonistlerin antisemitizmin kaçınılmazlığına dair düşünceleri kendi kendisini doğru çıkartan bir mantığa dayanır. Burada yirminci yüzyılın ilk yarısında antisemitizme karşı çıkmaya yer yoktur. Siyonistler Hitler, Eichmann ve Nazilerle ortak bir davaya sahiptirler ve antisemitizmle Nazizmi Yahudi devleti kurma hedefleri için bir araç olarak kullanırlar. İki gerici hareket de Alman Yahudilerinin bu ülkede “yabancı bir ırk” olarak yaşadıkları ve ırka göre bir ayrışmanın sağlanması gerektiği tespitinde ortaklaşmaktadır. (Siyonistlerin Nazilerle kurduğu işbirliğine dair tarihçi Lenny Brenner'in kaleme aldığı o üç mükemmel kitaba bakılabilir.) Siyonistlerin başka şeyler yanında Nazileri kullanması Avrupa'daki Yahudilerin başka ülkelere kaçışına mani olur.Herkesin yüzü Filistin'e çevrilir. Ölüm trenleri dolaşmaya başlar kıtada. Hitler'in iktidara gelişine İsrail'in kurulmasından önce tek bir Siyonist bile karşı gelmez.
1925'te hacimli Yahudi Ansiklopedisi'nin editörlerinden Jacob Klatzkin şunları yazar:
“[...] halkımız kendi ulusal hayatını yaşamayı hak ediyor ve bunu istiyorsa o artık kendi hayatı üzerindeki hâkimiyetini yitirmiş, ayrıksı ve yabancı bir kimliktir. Dolayısıyla halkımızın ulusal bütünlüğü için mücadele etmesi zorunluluktur. [...] haklarımızdan vazgeçmek isteyenlere rağmen antisemitistlere karşı savunma amaçlı kendi toplumlarımızı kurmalı, kendi haklarını savunmak isteyen dostlarımıza karşı çalışma yürütmeliyiz.”
Alman Siyonist Federasyonu'nun resmî gazetesi Rundschau'da çıkan makalesinde başkan Siegfried Moses şunları söylemektedir:
[...] Antisemitizme karşı savunmayı örmenin bizim ana görevimiz olduğu doğrudur. Filistin için çalışmaksa aynı ölçüde ve önemde bir görev değildir.”
1934'te Amerikan Yahudi Kongresi başkanı Stephen Wise ise şu kanaattedir:
“[...] Filistin dışında yaşayan Yahudi diasporası anlamında Galuth'a kayıtsız kalmam mümkün değil. Eğer Eretz İsrael'in kurulması ile Galuth'un savunulması arasında bir tercihe zorlansam ‘Galuth yok olsun' derim.” [Brenner, Zionism, s. 105]
Nazizm ve Siyonizm küçük ve önemsiz toplumsal hareketlerle ilişki içerisinde gelişme kaydetmiştir. Yirminci yüzyılın ilk kısmında Yahudiler diğer saf Aryan halkları arasında yaşayan, asimile edilemeyen yabancı bir güçtür. Her iki hareket de yüzyılın ortalarına doğru bu argümanı kabul eder hâle gelmiştir. İkisi de bu noktada sorumluluk üstlenmiştir.
2 Ekim 1937'de iki SS subayı Herbert Hagen ve Adolf Eichmann Hayfa'ya gider ve burada Gestapo'nun Filistin'deki ajanı Fritz Reichert ve Haganah ajanı Fevel Polkes ile buluşur. Subaylar Hayfa'dan Carmel Dağı'na giderek buradaki kibbutzu ziyaret ederler. Yıllar sonra Arjantin'de saklanan Eichmann Filistin seyahatini şu şekilde nakleder:
“Yahudi yerleşimcilerin toprağı işleme şekillerinden çok etkilendim. Sonraki yıllarda temas kurduğum Yahudilere Yahudi olduğumu, koşullar el verseydi fanatik bir Siyonist olabileceğimi söyledim.”
İki subay gezi raporunda Polkes'in mesajını aktarır:
“Siyonist devlet her şekilde, en kısa sürede kurulmalıdır. [...] Yahudi devleti Peel belgesinde sunulan mevcut öneriler ve İngiltere'nin kısmî vaatleri uyarınca kurulduğunda sınırlar istenildiği şekliyle dışa doğru kaydırılmalıdır.
[...] Yahudi milliyetçisi mahfillerde insanlar radikal Alman politikasından memnundur, zira Filistin'deki Yahudi nüfusunun gücü Yahudiler ileride Filistin'de Araplardan sayıca üstün olduğu ölçüde artacaktır.”
Şubat'ta Berlin'e giden Polkes, Haganah'ın Nazi hükümeti için casusluk yapmasını önerir. Bu iyi niyet işareti olarak sunulan öneri istihbarata sunulur. Ortaklık kurulması önerisi ortak düşman komünistlerle ilgilidir.
Tarihte Nazizme karşı çıkan Siyonist Yahudiler olsaydı holokost yaşanır mıydı yaşanmaz mıydı bilinmez. Ama kimi Siyonistlerin de bildiği üzere, şurası kesin: böylesi bir durumda İsrail devleti olmazdı.
Lenni Brenner meseleyi şu şekilde izah ediyor:
“[...] Nazi Almanya'sını boykot etme fikrine aktif olarak muhalefet eden tüm Yahudiler içerisinde en önemli yapı Dünya Siyonist Örgütü idi. Alman mallarını satın almakla kalmadılar, onları sattılar, hatta Hitler ve onu destekleyen sanayiciler için yeni müşteriler buldular.
Dünya Siyonist Örgütü Hitler'in zaferini Almanya'daki kolu Alman Siyonist Örgütü'nün zaferi olarak gördü. Ona göre bu zafer tüm Yahudilerin bir yenilgisi değil, liberalizmin ve asimilasyonun iflas ettiğinin olumlu yönde bir ispatıydı.” [Brenner, Zionism in the Age of Dictators]
Burada Brenner Havara ya da “transfer anlaşması” denilen anlaşmaya atıfta bulunuyor.
1933'te Tel Aviv'deki bir narenciye ihracatı şirketinin sahibi olan Sam Cohen Alman hükümetine Alman ürünlerini satın alma karşılığında Almanya'dan gelen göçmenlerin uçuş vergisinden mahrum bırakılmaları önerisini sunar. O dönemde Alman ürünleri satın alıcılarla birlikte Filistin'e gemilerle getirilmekte, kendi hesabına ithalat yapan tüccarlar ürünleri sattıktan sonra yeni gelenler Filistin'de yatırımlarını telafi etmektedir.
Kudüs'teki Alman Konsolosu Heinrich Wolff böylesi bir düzenlemenin Almanya'nın ithal mallarının uluslararası planda boykot edilişinin yol açtığı riskleri azaltabileceğini fark eder ve Berlin'e şunları yazar:
“Nisan ve Mayıs aylarında Filistin'deki Avrupalı Yahudi Cemaati Yişuv ABD'den gelecek boykot talimatlarını bekliyor. Görünüşe göre durum değişti. Talimatları artık Filistin veriyor. Filistin'de boykotu kırmak çok önemli. Bu ana cephe olan ABD'de de etkisini gösterecek bir gelişme.”
Cohen, Heinrich Wolff'a her türden boykot kararını zayıf düşürmek veya etkisizleştirmek için Londra'da yapılacak Yahudi konferansında perde arkasından çalışma vaadinde bulunur.
Gestapo'nun Filistin'deki ajanı Dr Fritz Reichert o günlerde merkeze şunları yazmaktadır:
“Londra Boykot Konferansı Tel Aviv'in saldırıları sonucu boşa düştü, çünkü Kudüs'teki konsoloslukla yakın temasta olan, Filistin'deki transferin başındaki isim Londra'ya tüm bilgileri sızdırdı. Bizim ana işlevimiz burada Dünya Yahudilerinin Almanya'ya düşmanlık temelinde birleşmelerine mani olmaktır. [...] Yahudilerin arasında ihtilaflar yaratılmalı, böylelikle politik ve ekonomik gücüne zarar verilmelidir.”
Nazi hükümetiyle yürütülen müzakereleri Dünya Siyonist Örgütü ile yürütülür. Cohen'in yerine Yahudi Ajansı Politik Sekreteri Chaim Arlosoroff getirilir. Arlosoroff 1933 Mayıs'ında Berlin'e gider ve Naziler Cohen'in önerdiği düzenlemeye devam edilmesine ilişkin bir ön anlaşma sağlanır. Arlosoroff Tel Aviv'e döner. Burada suikasta kurban gider. Katiller, Nazilerle her türden uzlaşmaya karşı olan Jabotinsky'nin başını çektiği Siyonizmin revizyonist kanadına mensup kimi isimlerdir.
Ancak müzakerelere devam edilir. Naziler Dünya Yahudi Örgütü ile 1933'te anlaşma imzalar. Bu anlaşma 1939'a, Polonya'nın işgaline dek varlığını korur. Havara bir bankacılık ve ticaret şirketine dönüşür. Faaliyetlerinin zirveye ulaştığı dönemde Kudüs'te bu şirkette çalışan uzman sayısı 137'ye ulaşmıştır. Alman ürünlerinin satışında hedef ülke artık sadece Filistin değildir. Ancak gene de Sam Cohen'in ilk müzakere ettiği düzenlemeye sadık kalınır. Varlıklarının büyük kısmını veya tamamını Alman hükümetine vermek istemeyen Alman Yahudileri paralarını Alman ithalat ürünlerini satın almakta kullanan bir Alman bankasına yatırabileceklerdir. Satın alıcı, ardından yatırımını Filistin'e gittikten sonra mallar satın alındığında telafi edecektir. Kuralları Alman hükümeti belirlediğinden, göçmen yatırımının yüzde otuzunu aşkın bir kısmını yitirecektir.
Siyonist-Nazi işbirliği bu makalenin alt metninin sadece bir kısmını teşkil etmektedir.Ana derdimiz Filistin-İsrail çatışmasına dair bir tanıma ulaşmaktır. Bu konuda Lenni Brenner'in 51 Documents isimli kitabına bakılabilir. Bu kitap Nazi-Siyonist işbirliğine dair belgelerin bir antolojisini sunmaktadır.
"Yanan bir binadan, yani Nazi Holokostundan kaçan Yahudiler güvenlik şüphesi sebebiyle İsrail devletini kurmuşlardır" tespiti tartışmalıdır. Esasında Siyonist proje ta 1896'da Herzl'in Der Judenstaat isimli çalışmasının yayınlandığı dönemde, hatta daha öncesinde çıkış almıştır. Nazilerin otuzlarda iktidara gelişinden önce Siyonistlerin Avrupa'da Yahudilerin kıyımdan geçirilmesi konusunda pek bir endişesi bulunmamaktadır. Onlar esas olarak Filistin'de bir devlet kurma meselesine odaklanmışlardır.
9 Kasım 1938'te Nazilerin Yahudilere saldırdığı, Kristal Gece [Kristallnacht] olarak anılan olaydan sonra İngilizler bin kadar çocuğun ülkesine getirilmesini teklif eder. Bu teklif Ben Gurion tarafından reddedilir: Ben Gurion Aralık 1938'de Emek Siyonistleri toplantısında şunları söyler:
“Tüm çocukların Almanya'dan İngiltere'ye getirilerek kurtarılabileceği seçeneğine karşı bunların sadece yarısının İsrail toprağına aktarılması seçeneği arasında ben ikincisini seçerim. Bizim için önemli olan sadece bu çocukların hayatı değil, İsrail Halkının tarihidir de.” (23, Bölüm 13)
Aralık'ta ise Siyonist yürütme kuruluna ise şunları söyler:
“Eğer Yahudiler mülteciler arasında seçim yapmak zorunda ise, toplama kamplarından Yahudileri kurtarmak gerekliyse ve Filistin'de bir ulusal müze kurulmasına yardım edilmesi zorunlu ise üstün olana merhamet edilmelidir ve halkın tüm enerjisi muhtelif ülkelerdeki Yahudilerin kurtarılmasına aktarılmalıdır. Siyonizm sadece İngiltere ve ABD'deki kamuoyuna değil tüm Yahudi kamuoyuna da kendi gündemini dayatmalıdır.Mülteci sorunu ile Filistin sorunu arasında bir ayrım yapılmasına izin verirsek, Siyonizmin varlığını riske atmış oluruz.” (24)
Esasında Nazilerin Avrupa Yahudilerini imha etme programına muhalefet ile Filistin'de bir Yahudi devleti kurma fikri arasında köklü bir uyumsuzluk söz konusudur. Havara anlaşması 8.100.000 Filistin sterlini (40.419.000 dolar) değerindeki varlığın Filistin'e aktarılmasını sağlar. Bunun karşılığında 1933-39 arası dönemde 60.000 Alman Yahudisi Filistin'e gider. Ama bir yandan da uluslararası boykot çalışmalarını sekteye uğratır ve Almanların ürettiği malların yurtdışına satılmasına imkân sağlayarak Alman hükümetine sermaye akışı sağlar.
Bu önemli bir gelişmedir, zira Holokost İsrail devleti sempatisinin oluşturulmasında önemli ve merkezî unsur olarak kullanılmakta, Avrupa hükümetlerinden tazminat alınmasına dönük bir gerekçe niyetine sunulmaktadır. Yahudi ya da Roman, Holokostun tüm kurbanlarına karşı duyulacak beğeninin bir gerekçeye ihtiyacı yoktur. Ama şu söylenmelidir: İsrail devleti masum değildir, süreç milyarlarca dolar tazminat almanın bir gerekçesi olarak kullanılamaz. Üstelik bu paradan Holokosttan kurtulanların çok azı istifade edebilmiştir.
1896'da Der Judenstaat'ı yazan ve 1904'te ölen Herzl Yahudi devletinin Arjantin'de veya Etiyopya'da kurulmasından memnuniyet duyacağını söyleyen biridir. Genelde uzlaşılan yer Filistin'dir.
O gün Filistin'de yaşayanlarla ilgili olarak Herzl şunları söylemektedir:
“Bizler istihdama mani olarak sınır boyunca yaşayan parasız pulsuz nüfusu bölgeden kaçırmalıyız. Müsadere ve fakirlerin bölgeden çıkartılması yönündeki çalışmalar ihtiyatlı ve basiretli bir biçimde yürütülmelidir.”
Böylece Filistin Siyonistlerin etnik temizlik üzerine kurulu anlayışları ile tanışmış olur.
Bu iş çok da zor değildir. Ortadoğu'nun merkezinde sadece Avrupalı Yahudilerden müteşekkil bir devlet kurmak istiyorsanız, ilkin Araplardan kurtulmanız gerekir.
Herzl sonrasında Dünya Siyonist Örgütü'nü kurar. Bu örgütün amacı Filistin'de bir Yahudi devleti kurmak ve onu bir öndevlet hâline getirerek, içinden bir Yahudi devleti çıkartmaktır.
Dünya Siyonist programını anlamamış olsa da Siyonistlerin arasında herhangi bir yanlış anlamanın söz konusu olmadığı açıktır.
1923 tarihli Iron Wall isimli kitabında Siyonizmin revizyonist kanadının kurucusu Vladimir Jabotinsky şunları yazmaktadır:
“Araplar arasında gönüllü bir uzlaşmaya dair herhangi bir tartışmanın bugün ve öngörülebilir bir gelecekte ortaya çıkması mümkün değil. Doğuştan kör olanlar hariç tüm iyi niyetli insanlar uzun zaman önce Filistin'in bir Arap ülkesinden Yahudi bir azınlığın yaşadığı bir ülkeye dönüştürülmesi konusunda Filistinli Araplarla gönüllü bir anlaşmaya varılmasının tümüyle imkânsız olduğunu anlamışlardı.”
Yereldeki her halk kendi ülkesini ulusal bir vatan olarak görür ve kendisini oranın tek hâkimi kabul eder. Başka bir efendiye asla izin vermez. Bu tespit Araplar için de geçerlidir. Arapların temel hedeflerimize ait gizli formüller ile kandırılabilen aptallar olduğuna bizi tavizci çevreler ikna etmeye çalışmaktadırlar. Bense Filistinli Araplara dair bu görüşü tümüyle reddediyorum.
Filistinliler ellerinde umuda dair tek bir kıvılcım kalana dek bu şekilde mücadele edeceklerdir.
William James Martin
İştiraki
intizar.web.tr